28 Nisan 2014 Pazartesi

Birileri Beni Durdursun!



Dış kapımızın yanında bir tür sarmaşık funda karışımı bitki var. Geçen bahar karşı ağaçtan bizim fundaya sürekli gelip giden kara tavuk kuşu (black bird) dikkatimiz çekti. O yokken bir bakalım dedik ne var burada diye. Bir de ne görelim? Bizim kara tavuk fundaya yuva yapmış. O çılgın koşuşturma topladığı çalılardan yuva yapmak içinmiş. Bir süre sonra yavruları yumurtalardan çıktı kara tavuğun. Bize de, pencere önünde, oturduğumuz yerden annelerinin yavrularını ağzıyla besleme ritüelini izleme keyfi düştü. 

En çok memeli hayvanlarda yavrulama öncesinde sıkça görülen yuva yapma içgüdüsü (nesting instinct) genelde yavrulamaya yakın bir zamanda ortaya çıkıyormuş.  Aynı içgüdü insanlarda da var. Her annede görülmeyen bu durum genelde hamileliğin 5. ayından sonra ortaya çıkıyor. Annelik hormonlarının etkisiyle şaşırtıcı bir enerjiye kavuşan annenin, bebeğin geleceği yuva ortamını yeniden düzenleme, temizleme gibi, fiziksel yetersizliklerinden beklenmeyecek işlere soyunması ve evden ayrılmama isteği olarak kendini gösteriyor.

İlk hamileliğimde de bu ruh halini yaşadığımı hatırlıyorum ama şimdikinde  yuva yapma içgüdüsü aldı başını gitti.

Önce evin uzun süredir el değmeyen noktalarına el attım. Üç yıl önce taşındığımız evimizde hala kutularda duran bir sürü eşyamız vardı. Bize hiçbir zararları olmayan eşyaların çoğunu her an kullanmamız gerekmediğinden kutularda saklıyorduk. Bu içgüdüyle onlar teker teker elden geçti, evin diğer odalarına aktarıldı, Ikea ziyaretleri yapıldı, kimisi için dolaplar alındı, kimisi için saklama kutuları. Sonra Dalya’nın odasındaki benzer eşyalar aynı süreçten geçti. Oyun odası yeniden düzenlendi. Dolaplarda kullanılmayan giyecekler ayıklandı, verilecekler verildi, Dalya’dan kardeşine saklanacak üst başlar vakumlu poşetlere yerleştirildi. Bebek alışverişi yapıldı, alınanlar yıkandı, yerine yerleştirildi, bebek yatağı yerini buldu. Hastahane çantası hazırlandı.  Yuva yapma içgüdüsüyle evin içinde yapılan düzenleme çalışmaları bahçeye de taştı: bahçe bitkilerinin toprağı havalandırıldı, bahar çiçekleri alındı, ekildi. Teknik anlamda da bir sürü iş yapıldı. Kamera ve telefonlardaki resimler bilgisayara aktarıldı, yıllardır bilgisayarda bekleyen resimler düzenlendi, tüm resimler depolandı aktarıldı. Yazılarım düzenlendi, gerekli yedekleme calısmaları yapıldı.

Neymiş bu yuva yapma içgüdüsü anlamadım. İki dakika yerimde oturamıyorum, oturursam da elimde telefon sonra arayamayacağımı düşündüğüm arkadaşlarımı arıyorum.

Doğuma üç haftadan az kalmışken, her geçen gün daha zor hareket eden halimle son bir perdelere el atma girişimim oldu. Perdeleri yenilemek için perdeci perdeci gezip model baktım ama eşimin engellemesiyle şimdilik bunu ertelemeye karar verdim.

Hala yapmak istediğim çok şey var, en azından ben öyle hissediyorum. Bana kalsa evden hiç ayrılmam ve hiç şikayet etmeden gece gündüz çalışarak işlerimin hepsini bitiririm. Ama bunun çok sağlıklı olmadığının da farkındayım. Birileri beni durdursun yoksa ben çok yakında evin önündeki sokak lambalarını temizlemeye el atacağım.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Nisan, İstanbul ve Erguvan...




Her evin bir kokusu vardır, her şehrin de öyle. Londra yağmur kokar hep mesela, nem ve rutubet, bazen de "fish and chips" :) . Ama bahar geldiğinde mis gibi çayır, çimen, çiçek kokar. Kışın sona ermesiyle birlikte önce her köşede boynu bükük "daffodil"ler görünür, sonra rengarenk çiçek açan manolya ağaçları süsler dört bir yanı. Yazın ise yasemin kokuları salınır hemen her bahçeden, onu park ve bahçelerden yayılan ıhlamur kokusu takip eder.  Bu kokular kulağa çok hoş gelse de, insan yine bildiği kokuları özler. İstanbul kokusu hep özlenir mesela.

Londra'dan farklı kokuları barındırır İstanbul: deniz kokar, yosun kokar, simit kokar, kahve, midye kavurma, kokoreç kokar. Eskilik, toz, bazen de kirlilik kokar. Baharla birlikte nergis kokuları yayılır çiçekçilerden, mimoza kokusu Adalar’dan. Sonra en şanlısı, en yakışanı çıkar ortaya: erguvan ağaçları giyinir İstanbul ve bahar bahar kokar. Erguvan zamanı gelmiştir çünkü. Açık pembe, koyu pembe ve mor aralığında renklendirir tepeleri erguvan. Artık kaçış yoktur, bahar gelmiştir. Sonrası da yazdır zaten, öyle Londra yazına da benzemez İstanbul yazı. O yüzden baharın tadını çıkarmak gerekir.



Boğaziçi’nin iki yakasını süsleyen pembe renkli erguvanların Latince ismi Cercis siliquastrum; anlamı da “kapsüllü meyveli ağaç” veya “bakla şekilli meyveli ağaç”. Baharın müjdecisi olan erguvanlar Nisan-Mayıs aylarında çiçeklenirler ve 15-20 günlük ömürleri vardır. Bakım istemez, kendi kendine büyür, olgunlaşır ve de kirli havayı umursamazlar.

Batı dillerindeki adı Yahuda ağacıdır (Judas Tree). Efsaneye göre Havari Yahuda İskaryot, Hz. İsa’nın yerini Romalılara bildirip çarmıha gerilmesine sebep olmuş. Önce ihanet etmiş ama sonra pişmanlığından ötürü kendini erguvan ağacına asmış. Ağacın o güne kadar beyaz olan çiçekleri, utançtan renk değiştirmiş.

Erguvan ağacı Roma İmpataratorluğu için de büyük anlam taşıyordu. Erguvan rengi imparatorluk ailesi dışında hiç kimse tarafından kullanılamazdı, o imparatorluk rengiydi. Roma imparatorlarının çocuğu erguvan renkli örtüler arasında doğardı. Aynı gelenek Bizans’da da geçerliydi. Bizans imparatorları, erguvan sarayının erguvan odasında doğarlardı. 

Erguvan renginin Bizans için önemli olmasının bir başka nedeni daha var. Hikayeye göre, İstanbul M.S. 330 yılında Costantinus tarafından kurulduğunda mevsim erguvan mevsimiymiş. Tarihçiler bu günü 11 Mayıs olarak kabul ederler. Senede bir defa çiçek açan bu ağaç asırlar sonra Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinde bütün görkemiyle sultanı karşılamış çünkü yine aylardan Mayısmış. O nedenle İstanbul’un ağacı erguvan, renginin eflatun, doğum tarihinin de Mayıs olduğuna inanılıyor.

İstanbul’un laleden önceki simgesi olan erguvan Osmanlı döneminde olduğu kadar Cumhuriyet döneminde de sevildi, çiçekleri şairlere, ressamlara ilham verdi. Ahmet Hamdi Tanpınar “Kültürümüzde gülden sonra adına bayram yapılacak ikinci çiçek erguvandır.” diyerek erguvana sevgisini dile getirmiştir. Günümüz yazarlarından Oya  Baydar  ise 2004’ de "Erguvan Kapısı" adlı romanında İstanbul, Bizans tarihi ve hayali bir erguvan kapısını anlatmaktadır.
  

Erguvan İstanbul’a bu kadar yakışınca ve de mevsim bahar, aylardan Nisan, olunca İstanbul’da mutlaka erguvan ağacı bulunmalı, görülmeli. Tarihçi, seyahat yazarı ve profesyonel rehber olan Saffet Emre Tonguç, Boğaziçi’nin en güzel erguvan gözlem noktalarını bir araya toplamış ve ortaya çok güzel birşey çıkmış. Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazıya gore işte şehrin en güzel 12 erguvan gözlem noktası:
  • Gülhane Parkı
  • Abbasağa Parkı: Beşiktaş’taki Barbaros Bulvarı’ndan Zincirlikuyu’ya doğru çıkarken sol kolda kalan yamaçta heykellerin bulunduğu park.
  • Yıldız Parkı: Beşiktaş’taki Yıldız Sarayı’nda bulunan Yıldız Parkı.    
  • Türkan Sabancı Parkı: Erguvanlardan biri Bebek Camii ile sarmaş dolaş. Rumeli Hisarı’na doğru yürüyerek İstanbul’un en sıra dışı evlerinden olan Yılanlı Yalı’nın önündeki erguvan ağacı görmeye değer.
  • Aşiyan: Boğaziçi’nde, Rumeli Hisarı sırtlarında Tevfik Fikret’in evi.
  • Emirgan Parkı: Rengârenk laleler ve erguvan ağaçlarıyla dolan park, İstanbul’un en güzel ve en huzur veren mekânlarından sayılıyor.
  • Fenerbahçe Parkı
  • Büyük ve Küçük Çamlıca
  • Fethi Ahmet Paşa Korusu: Kuzguncuk’ta ana yolun hemen üst kısmındaki koru.
  • Mihrabad Korusu: Anadolu Yakası’nın en yeşil yerlerinden biri.
  • TEMA-Vehbi Koç Doğal Kültür Merkezi: Vakfa ait Anadolu Hisarı tepelerine kurulmuş Doğal Kültür Merkezi.
  • Beykoz Korusu: Paşabahçe ve Beykoz arasındaki bu yoğun ağaçlık alan Abraham Paşa Korusu olarak da biliniyor.

İstanbul’un kokusunu seven ve İstanbul baharını özleyen biri olarak yukarıda önerilen Erguvan turunu yapmayı çok isterdim. Benim için bu bahar imkansız olsa da, İstanbul'da yaşayan okuyucularım! Siz yapabilirsiniz. 15-20 günlük ömrü olan erguvanlar yakında solacak, bir sonraki bahara kadar beklemeden gidin görün,  keyfini çıkarın ve sonra da bana anlatın lütfen … İyi seyirler, iyi keyifler…


Kaynak



15 Nisan 2014 Salı

Bahar Geldi, Hoş Geldi, Paskalya'yı da Getirdi...



Oyuncu bir baba değildi benim babam, ama çocukluğuna dair hep anlatacak çok şeyi vardı. Ona çocukluk dönemine ilişkin sorular sorduğumda ve o konuşmaya başladığında, hayret ve özlemle karışık tuhaf bir gülümseme oluşurdu yüzünde hep ve "bizim oyuncağımız dağdı, taştı" kızım derdi. O yüzden hiç oyun öğrenmemişimdir babamdan. Ama ne zaman kahvaltıda haşlanmış yumurta yiyecek olsak babam bir çocuğa dönüşür "hadi bakalım kim kazanacak, kır bakalım yumurtamı" der ve bahar geldiğinde babaannemin soğan kabuklarıyla birlikte haşladığı yumurtaları nasıl boyadıklarını anlatırdı. İşte o an gözlerimde bir ışıltı belirirdi benim. Evet, yumurta tokuşturma babamla oynadığımız tek oyundu.

O yaşta doğudaki ve tüm Anadolu'daki tarihi ve kültürel dokunun ve zenginliğin farkında değildim tabi. Seneler sonra anne olduktan ve de İngiltere'ye yerleştikten sonra Paskalya Bayramı'nda ortaya çıkan yumurta şeklinde çikolatalar da bir bağlantı kurmamı sağlamadı. Ancak ne zaman ki şimdi yakın arkadaş olduğum kızımın bir arkadaşının annesi, bir Paskalya gününde boyanmış yumurtaları sepete yerleştirip bize geldi ve "haydi yumurta tokuşturuyoruz, bakalım kim kazanacak?" dedi işte o zaman babamın çocukluğu, kendi çocukluğum ve kızımınki arasındaki bağlantı kuruldu. Her zaman çok ilgimi çeken kültürlerin, dinlerin birbirlerini tamamlaması ve kuşaklar arasındaki aktarım bu örnek ile tam da kendini bulmuştu.

Yine bir  Paskalya dönemindeyiz İngiltere’de. Etraf yeşeriyor, çiçekleniyor, yeniden doğuyor. Her ne yapıyorsak yapalım, her ne ruh halinde olursak olalım bir kuş cıvıltısı, esen rüzgarla burnumuza değen bir çiçek kokusu, yeniden doğuşu müjdeliyor bize ve ister istemez bir mutluluk hali geliyor hepimize. Eşle dostla görüşüp açık havada zaman geçirmek ve bu güzelliklerden faydalanmak istiyor insan, adeta kutlamak istiyor bu doğa şenliğini.

Paskalya kutlamaları da tam bunu yapıyor aslında. Tüm Hıristiyanlar tarafından kutlanan en büyük dini bayram Paskalya. Her yıl sabit bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda Pazar günü kutlanan Paskalya Günü, Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılıyor.

Ancak Paskalya'nın tarihi 22 Mart'tan önce veya 25 Nisan'dan sonraya rastlamıyor. Ermeniler Paskalya'yı bir hafta önce kutluyor, Ortodokslar, Süryaniler ve Rumlar ise bir hafta sonra. Paskalya geleneklerinden en yaygın olanı insanların birbirine genellikle çikolatadan yapılan tavşan ve rengarenk boyalı haşlanmış (veya içi çikolatalı) yumurta hediye etmesi.  Paskalya yumurtaları Paskalya'nın en bilinen kültürel sembollerinden.

Bütün bu bilgiler Müslüman bir kültürde büyüyen babamın çocukluğundaki yumurta boyamaları açıklamaya yetmiyordu. Olsa olsa Doğu Anadolu’daki Ermeni ve Süryani kültürüyle iç içe yaşamalarından kaynaklanıyor olabilirdi. Duruma açıklık getirmek için yaptığım araştırmalarda gördüm ki: ta Hristiyanlık dönemi öncesinde Mezopotamya'da ve Orta Asya’da bile bahar bayramları oluyormuş ve Nevruz Bayramı aslında buymuş. 

Dünyanın en eski tek tanrılı dinlerinden biri olan ve yaklaşık 3.500 yıl önce kurulan Zerdüştlük, İranlıların, Perslerin, Kürtlerin ve bir kısım Ermenilerin (sonradan kabul ettikleri Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi dinlerden önceki) ilk dini olarak biliniyor. Zerdüştler için kutsal sayılan Nevruz, Şaman dinine sahip Orta Asya toplulukları tarafından da benimsenmiş. Sonradan Müslüman olan bu topluluklarda yeni yıl başlangıcı ve doğanın uyanışı olduğu için ‘’bahar bayramı’’ olarak her grup insan tarafından kutlanmaya başlanmış.

Tarihte çeşitli örneklerine rastlandığı gibi eski inançlar veya alışkanlıklar yeni dinde de kullanılabiliyor. Her kültür, kendisinden sonraki kültürlere bir miras bırakıyor ve kültürler arası miras birbirine aktarılıyor.

Hiristiyanlıktaki Paskalya Yortusu ile çok yakın benzerlikleri olan 21 Mart Nevruz Bayramı, yeniden dirilmenin, canlanmanın ve yenilenmenin bir ifadesi olarak Hıristiyanlığın doğuşundan önce de mevcutmuş. Her sene Nevruz'un kutlandığı tarihlerde, Hıristiyanlar tarafından da Paskalya Yortusu ile Hz. İsa’nın ölümü ve göğe yükselişi, yeniden dirilişi kutlanıyor. Musevilerde ise, büyük dinî bayram olan Paskalya yortusu (İbranice pesah’tan geçiş, çıkış ) İbrani halkının Mısır’dan çıkış günü olarak kutlanıyor.

Tüm kutlamalarda ortak gelenek tavşan ve yumurta yenmesi. Tavşan ve yumurta bereket sembolü olarak görülüyor. Yumurta tek hücreli bir varlık olup (yani tanrı gibi tekliği ve kainatın tek bir hücreden büyüdüğü efsanesini göstermekte olup) üremeyi, çoğalmayı gösterdiğinden; tavşan ise senede seksen kere doğurduğundan bereketi temsil ediyor. Bu nedenle Paskalya’da tavşan ve yumurta yeniyor.


Yumurta ve tavşan gelenekleri Anglo-sakson kültüründe ise bir efsaneye dayandırılıyor. Buna göre tanrıça Eostre yaralı bir kuş bulmuş ve onu kış boyunca yaşayabilmesi için bir tavşana dönüştürmüş. Tavşan yumurtlayabildiğini keşfedince her bahar bu yumurtaları süsleyip tanrıçaya hediye etmeye başlamış. Hala devam eden yumurtalı Paskalya geleneği İngiltere’de genelde: yumurtaları boyayıp süslemek, yumurta yuvarlamak, yumurta tokuşturmak, yumurta hediye etmek, yumurta avına çıkmaktan oluşuyor. Eskiden yumurtalar soğan kabuklarıyla birlikte iyice haşlandıktan sonra, üzerlerine yaprak ve çiçeklerle süslemeler yapılırmış. Şimdi sadece baharın parlak taze renklerini canlandırmak için rengarenk boyanıyorlar.

Bu durumda babamın çocukluğunda yumurta boyayıp tokuşturdukları ve ne olduğunu hatırlamadığı bahar dönemi kutlaması Nevruz Bayramı olsa gerek; çünkü o doğunun bir köyünde doğmuş, büyümüş. Günümüzde hala Doğu Anadolu'da aynı gelenekler devam ediyor mu bilmiyorum. Ancak aynı Paskalya gelenekleri hiç azalmadan İngiltere'de devam ediyor, yeni nesillere aktarılıyor.

Adı ister Nevruz olsun, ister Paskalya, ister hiçbiri. Kutlama tarihleri veya ritüeller farklılık gösterse de gördüğüm kadarıyla tüm bahar bayramlarında ortak olan, baharın gelişiyle birikte doğanın canlanması, yeniden hayat bulması, ilk ürünlerin verimli ve bereketli olması, o yılın acılardan, sıkıntılardan, hastalıklardan, kötülüklerden, kaza ve belalardan uzak, sağlık, huzur, birlik, dirlik, bereket ve bolluk içerisinde geçmesi dileğiyle kutlama yapmak.

Sadece yeniden canlanan doğa, cıvıldayan kuşlar, ruhumuza serpiştirdiği uyanış duyguları bile yeterli baharı kutlamak için. Biz de kutlayacağız yeni baharı. Okulların iki haftalık tatilde olduğu şu güzel bahar günlerinde, kızımla yumurta boyayıp, tokuşturacak, sonra da doğada piknik yapacağız. Siz de bir yerinden yakalayın baharı derim ben. Bahar bayramınız kutlu olsun !!!


Kaynak:


3 Nisan 2014 Perşembe

Tanrı’yı Güldürmek İstiyorsan, Ona Planlarından Bahset


Ailenin yeni üyesinin aramıza katılmasına 5 hafta kalmışken ve ben doğum öncesi son dönemde keyfe zaman kalsın diye tüm işleri halletmek için ince ince planlar yaparken Pazartesi sabahı bir uyandık ki Dalya’nın midesi bulanıyor. Geceyi de çok keyifsiz geçirmişti. Bu durumda okula gitmeyip evde kaldı tabii ki. Sonrasında kusma ve ishal de başladı. Eveet yaklaşık 10 gündür mide kramplarından, ara ara da mide bulantısından şikayet eden çocuğum, en sonunda yenik düşmüştü sevgili "tummy bug"a.

Sizi "tummy bug" ile tanıştırayım. Tam çevirisi mide virüsü sanırım. Kendileri ile İngiltere’deki yaşantımızda tanışmak kısmet oldu. Her sonbahar ve ilkbahar döneminde ortaya çıkarlar; okulları, yuvaları, iş yerlerini ziyaret ederler. Mide bulantısı, kusma ve ishal ile kendilerini gösterirler ve 48 saatten önce de gitmezler. Biz çocukken mide virüsü falan bilmezdik, öyle herkesi kasıp kavuran salgınları da. Arada bir midemizi üşütürdük, nane limon yapardı annemiz, içerdik geçerdi. Ama farklı bu "tummy bug", mutlaka her sene geliyor ziyarete ve hepimizi bir korku alıyor acaba bize de gelecek mi diye.


Dalya iki senedir ıskalıyordu "tummy bug"ı ama bu sene kaçamadı işte. Sık aralıklarla olan ishal ve kusma ardından virus bize de bulaşmasın diye benim hararetle yaptığım sterilizasyon çalışmaları, hiçbir şey yiyemeyen yavruya sürekli su içirme çabaları ve aklımda planladığım ama gerçekleştiremediğim yazılarımın düşüncesi beni de bitkin düşürdü. 

Bir musevi atasözü olduğu söylenen "Tanrı'yı güldürmek istiyorsan, ona planlarından bahset" geldi sonra aklıma. Aynen öyle olmuştu işte, herşeyi çok güzel planlamıştım ama gerçekleştirmek mümkün olmadı...

Ertesi gün toparlar derken, gece öksürük ve ateş başladı (böyle dönüşüm geçiren bir hastalık ilk defa yaşadık). Doktor ziyareti, bronşit tanısı ve soluk aldırma cihazı kullanımı ile biraz rahatladık. Ama üçüncü gün de gidemedi Dalya okula tabi. Bir yandan her gün okula gitmemek için yataktan çıkmayı bilmeyen ama bu sefer kaçıracağı okul gezisinden dolayı ağlayarak okula gitmek isteyen kızımı ikna etme çabaları, bir yandan artık bir nevi tosbağa görüntüsü kazanan yavaşlayan hareketlerimle onun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak ve hala yazılarıma zaman ayıramamak düşüncesi beni patlama noktasına getirdi diyebilirim. Ama üçüncü günün sonunda Dalya’nın iyileşen iştahı, düzelen rengi ve geri gelen neşesi -herşeye rağmen- benim de keyfimi yerine getirdi. Hem bu üç günlük eve kapanış süreci sayesinde tüm okul koşturmaları, yeni bebek hazırlıkları ve benim yazı çalışmalarımdan zaman bulamadığımız anne-kız zamanını tekrar yakalmış olduk. Dalya’nın nice zamandır çok istediği ve yapamadığımız lastik bilezikleri yaptık, resimler çektik, hastahane çantasında neler varmış onlara baktık, kıyafetler denedik. Ben de koşturmalarıma mecburen biraz mola vermiş oldum ve farklı bir şekilde bir dinlenme oldu bana.

En sonunda bugün okula gitti Dalya ama gecikerek; çünkü hala yorgun olan vücudu erken uyanamadı sabah.  İki gün daha okul var, sonrasında iki haftalık Paskalya tatili başlıyor. Yani yine anne-kız zamanımız olacak. Ayrıca bu tatil bebek öncesi tek çocuk olarak geçireceği son tatili Dalya’nın. Paskalya tatilimiz sabote olmasın diye bu sefer atasözünü uygulamak istiyorum. Yani Tanrı’yı güldürmemek için plan yapmayacağım veya yapsam bile planlarımı dile getirmemek niyetindeyim. Bakalım başarılı olabilecek miyim? Sevgilerimle…