23 Şubat 2014 Pazar

İnsanın Oğlu Veya Kızı Olmaz; Çocuğu Olur...


Bir bebek beklerken kimimiz için bebeğin cinsiyetinin ne olacağı çok önemlidir, kimimiz için ise o kadar değil.  İster merakla bekleyelim ister çok önemsemeyelim, bebek dünyaya geldiği zaman bir cinsiyeti vardır: ya kızımız olmuştur ya da oğlumuz... 
Çocuklarımızın çoğu önceleri doğum anında, son yılllarda da ana rahmindeyken ultrasound ile öğrenilen cinsiyetleri doğrultusunda yüzyıllardır süregelen kalıplar çerçevesinde yetiştirilirler. Bu doğrultuda davranılır onlara, kıyafetler ve oyuncakları bu yönde alınır. Ancak çocuklarını basmakalıp normlar dışında büyütmek isteyen aileler de vardır. Çocuklarına herhangi bir yönlendirme yapmayan, kıyafetlerinde nötr renkler seçen, oyuncak seçimlerini çocuklarının tercihleri doğrultusunda yapan bu ailelerin sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.
Durum bu olsa da maalesef toplumdaki her iki cinsiyete de verilen rol ve beklenti normlarını aşmak hiç de kolay değil.  Öyle ki toplumsal cinsiyet normları konusunda daha açık görüşlü olan ailelerin bile kabullenmekte zorlanacağı durumlar olabiliyor yaşamda. Çocuğunun kendi cinsinden hoşlandığını öğrenmek (eşcinsel) veya kızının aslında bir kız bedeninde hapsolmuş bir erkek (transseksüel) veya oğlunun aslında erkek bedeninde bir kız olduğunu (transseksüel) öğrenmek ve dahası bunları kabullenmek hiçbir ebeveyn için kolay olmasa gerek. Cinsellik, toplum içinde sıradan durumlarda bile konuşulması zor, sınırları olması gereken bir konu iken, böylesi hassas bir konuda, kendi çocuğundaki bu tür farklılıkları konuşmak ve kabullenmek daha da zordur.
Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatrı Bölüm Başkanı (2013’de bu görevinden ayrıldı) ve Psikososyal Travma Programı’nın (PSTP) kurucusu Prof. Dr. Şahika Yüksel çocuğun cinsel kimliğinin 3 yaşına kadar oluştuğunu belirtse de çoğu zaman aile ve birey tarafından bastırılan bu durum ergenlik döneminde veya çok sonraları açığa çıkabiliyor ( http://listag.wordpress.com/videolar/ ). Bu cinsel kimliği kabullenme süreci hem çocuk hem de aileler için bir sürü reddediş, isyan ve sıkıntılı günleri getiriyor beraberinde. 
İşte bu reddediş, isyan ve sonrasında kabulleniş hikayelerini anlatan bir filmden bahsedeceğim size bu yazımda: Benim Çocuğum”. Can Candan’ın uzun metrajlı belgesel filmi, çocukları eşcinsel, biseksüel veya trans bireyler olan Türkiyeli bir grup anne ve babanın hikayelerini içten bir şekilde anlatıyor.
Birçok Avrupa ülkesinde gösterilen Benim Çocuğum”, pek çok uluslararası ödüle de layık görülmenin yanı sıra TBMM ve Avrupa Parlamentosu’nda da gösterildi. Türkiye’de ise üniversitelerin özel gösterimleri ve film festivalleri çerçevesinde gösterilmeye devam ediyor. (Gösterimler için bknz. Listag Film’in facebook sayfası https://www.facebook.com/listagfilm/events ve  “Benim Çocuğum” internet sitesi  http://www.benimcocugumbelgeseli.com/gosterimler.aspx#.UvIz3mJ_vNt).
Ebeveynlerin çocuklarına yapabilecekleri en büyük iyiliğin onların benliklerini bulma konusunda yol göstermeleri ve destek olmaları olduğuna inanıyorum. Benlikten kasıt bireyin özellikleri,yetenekleri,değer yargıları,amaç ve ideallerine ilişkin kanılar olduğu gibi (http://www.sosyalhizmetuzmani.org/benlikveiletisim.htm) toplumdaki pek çok kimliğinin yanısıra cinsel kimliği de içermektedir. Bu nedenle söz konusu belgesel beni oldukça düşündürdü ve duygulandırdı. 
Heteroseksüel bir toplumda, daha en başta kendi ailelerinde oldukları gibi” kabul edilmeyen ve kendilerini içe kapayan çocukların, okul gibi pek çok sosyal ortamda arkadaşları ve kimi zaman öğretmenlerinin “alaycı” tavırlarıyla yaşadıkları sıkıntılar ve -herşeye rağmen- ergenlik döneminde engel olamadıkları dışa vurumları ve ailelerinin önce reddediş ve sonra kabulleniş süreci gerçekten izlenmeye değer. 
Filmden bende kalan birkaç ebeveyn çığlığı şöyle:
 “Çocuklarımız önce aileleri içinde dışlanıyorlar, toplum onları nasıl kabullensin?” 
“Kimseyle paylaşamadık, utandık, saklandık”
 “İki seçenek çıkmıştı karşıma ya elalemi seçecektim ya da çocuğumu. Ben de çocuğumu seçtim.”
 “Biz aktivist değiliz anneyiz”.
“Yaşam, eğitim, okuma hakkı elinden alınmasın, herkes gibi  normal yaşamlarına devam etsinler diye uğraşıyorum”.
“Yaşadıklarımdan anladım ki, insanların oğlu veya kızı olmuyor, doğduğu andan itibaren insanın çocuğu oluyor. Kızımdı oğlum oldu, isterse oğlumdu kızım olsun: o benim çocuğum.”
Ailelerin birer birer anlattıkları filmin başında bir tokat gibi yüzümüze vursa da, sonrasında sıkıntılarını aşıp çocuklarını oldukları gibi kabullenmeleri adeta bir şenlik havasında dile getiriliyor. Çünkü artık toplumun kemikleşmiş normlarının önemi yok onlar için. Tek istekleri çocuklarının ötekileştirilmediği, aksine kucaklandığı, bir toplum için değişim ve dönüşüme aracılık etmek. İşte tam bu nedenden dolayı bir şenlik edasıyla  anlatılıyor filmin ikinci yarısı. Annelerin babaların bir araya gelmeleri, dertleşmeleri, yalnız olmadıklarını anlamaları, birbirlerini bilgilendirmeleri ve destek olmaları, LİSTAG bünyesinde örgütlenmeleri, aktivist olmaları ve TBMM ziyaretleri her biri ayrı bir uyanış ve ebeveynlik hikayesi. Annelik, babalık ve insanlık adına alınacak çok ders, öğrenilecek çok şey var...
Cinsel kimlik çocuğun benliğini oluşturan kimliklerden sadece biri. Çocuklarımızı tüm kimlikleriyle oldukları gibi kabullenmek ve sevebilmek bence en büyük amacı olmalı ebeveynliğin. Diliyorum bunu başarabilen ebeveynler tarafından yetiştirilen çocukların oluşturduğu mutlu, sağlıklı bir topluma ulaşabiliriz bir gün. Aynı filmin sonunda ifade edildiği gibi  “Tüm çocukların özgürce ve eşit haklara sahip bireyler olarak yaşayabildikleri bir dünya hayaliyle...”...

Kaynaklar



Not: Bu yazı Alternatif Anne’de 23.02.2014  tarihinde yayınlanmıştır. 

17 Şubat 2014 Pazartesi

Virüsler, bakteriler, antibiyotikler...



2008 yılında Londra'ya yerleştiğimizde 14 aylık kızımız o tarihe kadar bir iki hafif ateş dışında bir rahatsızlık yaşamamıştı. İnsan kaç yaşında ebeveyn olursa olsun çocuğuyla yepyeni bir öğrenme yolculuğuna çıkıyor. Biz de kızımızla birlikte yeni bir ülkede daha önce karşılaşmadığımız yeni virüs ve bakterilere karşı verdiğimiz mücadelede sağlık adına bir dizi önemli tecrübe edindik ve bilgilendik.

İngiltere'ye yerleşince ailece ne burun akıntımız, ne bademcik rahatsızlığımız ne de öksürüğümüz bitmedi. Bu durum kızımızın yuvaya gitmeye başlamasıyla yüksek ateşli uzun süreli hastalıklara dönüştü. Uzun süreler daha çok bademcikten kaynaklanan şiddetli ateşle mücadele eden kızımdan sonra benim ve benden sonra da eşimin rahatsızlanması neredeyse tatsız bir rutin haline gelmişti.

Bu süreçte oturduğumuz mahallede kayıtlı olduğumuz aile hekimi ile sürekli bağlantı halindeydik. Ancak hiçbir şekilde derdimize derman bulamıyorduk. Biz Türkiye'de o kadar alışmıştık ki, her burun akıntısı, ateş ve boğaz ağrısı durumlarında doktora gidip eve ilaçla dönmeye; İngiltere'deki doktor ziyaretlerimiz sonrasında eve elimiz boş dönünce, ateşten kıvranan, aksırık, öksürükten uyuyamayan, tıkanık burnuyla nefes alamayan çocuğumuzun nasıl olup da bir türlü rahatlatılamadığına söylenir durur olduk. Doktorların bu durumda bize tek tavsiyesi bol sıvı alımı ve dinlenme oluyordu. Yüksek ateşli çocuğumuzu gecenin bir yarısında acile götürdüğümüzde ise yaptıkları benim evde yaptığımdan farksız bir şekilde ateş düşürücü vermek ve farklı olarak ise, üstünü soyup vantilatör karşısında tutmaktı. Zamanla kazandığımız güvenle çocuğumuzu gece yarısında bir sürü başka mikrobun bulunduğu hastahane ortamına götürmek yerine iki ayrı ateş düşürücüyü dönüşümlü uygulayıp, onu soyarak, ev ortamında ateşle mücadele etmeyi öğrendik. Buz gibi kış günlerinde ateşten zangır zangır titreyen kızımı bir atlet ve kilotla tutmak hem ona işkence etmek oluyor hem de benim yüreğimi parçalıyordu ama işe yarıyordu işte. Nihai olarak öğrendik ki, o an çocuğun acı çekmesi ve çırpınması çok üzücü görünebilir ama vücudun ateşe karşı gösterdiği mücadele uzun vadede onun bağışıklık sistemini güçlendiriyor.

Öğrendiğimiz başka şeyler de vardı: 
  • Virüs ve bakteri aynı şey değil.
  • Virüslerin neden olduğu pek çok viral hastalık, nezle, grip, boğaz enfeksiyonu, ateş antibiyotik ile tedavi olmuyor. Bu durumda ateş düşürücü ağrı kesici ilaçlar, rahatlatıcı burun spreyleri, gargaralar sıkıntıyı azaltmaya yönelik kullanılabiliyor ve bunlar için doktor reçetesine gerek yok.
  • Viral enfeksiyonlardaki ateş en fazla 72 saat sürüyor. İngiltere'deki sağlık düzeninde bu sürenin sonunda hala ateş devam ediyorsa mutlaka doktora görünmek gerekiyor. Bu durumda doktor kontrolünde antibiyotik kullanılmaya başlanabiliyor.
  • Antibiyotik sadece bakterilerin neden olduğu bakteriyel enfeksiyonlarda etkili.
  • Antibiyotik ateş düşürmüyor. Sadece uygun ve doz ve şekillerde kullanılması durumunda hastalığın kaynağı olan enfeksiyonu ortadan kaldırdığı için ateş düşüyor.
  • Antibiyotik, grip ve soğuk algınlığını atlatılmasına yardımcı olmuyor; ağrıyı dindirmeyip, burun akıntısını, öksürüğü hafifletmediği gibi grip ve soğuk algınlığının başkalarına geçmesine de engel olmuyor.

Ayrıca İngiltere'de öyle canı isteyen antibiyotik alamıyor, kullanamıyor. Bireylerin sağlığı toplumun sağlığı ve geleceğini oluşturduğundan, tüm sağlık elemanları ve sıradan bireyler bu bilinçle yetişiyor. İleriki yıllarda ortaya çıkabilecek bir bakteriyel salgının antibiyotikle önüne geçebilmek ve toplumun sağlığını garantilemek için topluma sürekli bu bilinç pompalanıyor.

Öğrendiklerimizden sonra geçmişte kullandığımız ilaçları şöyle bir gözden geçirdik ve farkettik ki, biz Türkiye'de neredeyse her yıl en az bir kere antibiyotik kullanıyormuşuz. İngiltere'de ise antibiyotik hayatımızda hiç yok diyebiliriz. Nezle, grip olmuyor muyuz? Pek tabii ki oluyoruz ama mecbur kalmadıkça ilaca yönelmiyoruz daha çok doğal yöntemlerle iyileşmeye çalışıyoruz.

İlaç kullanımına karşı bu denli duyarlı bir toplumda yaşamaya başlayınca gereksiz ve yanlış antibiyotik kullanımının ne denli tehlikeli sonuçları olabileceğini de öğrendik. Bu bilgileri sizinle de paylaşmak isterim: 


Antibiyotik Direnci Nedir?

Antibiyotiklerin virüsler üzerine etkisi olmadığını, antibiyotiklerin sadece bakteriyel enfeksiyonları tedavi edebildiğini belirtmiştim. Ancak bakteriler, çevrelerinde meydana gelen değişikliklere hızlı uyum sağlayabilen canlılar ve antibiyotik direnci de bunun bir örneği. Bu nedenle belirli bir antibiyotiğe karşı direnç, söz konusu antibiyotiğin dirençli bakterileri öldüremediğini veya çoğalmalarına engel olamadığını ifade ediyor.

Antibiyotik direncine sahip bakteriler antibiyotik varlığında dirençli olmayan bakterilere göre avantaj sağlıyor. Ve bunun bir sonucu olarak belirli bir süre sonra ortamdaki bakterilerin çoğu o antibiyotiklere karşı direnç sahibi oluyor. Ayrıca, bakteriler bu direnci genetik yapıları farklı bakteri türlerine de aktarabiliyor, bu da antibiyotik direncinin bakteriler arasında yaygınlaşmasını sağlıyor.

Antibiyotik direncinin önüne geçilmemesi durumunda gelecekte enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde antibiyotiklerin tamamen etkisiz hale gelmesi ve basit yara enfeksiyonlarının ölümle sonuçlanması gibi bir tehlike bulunuyor. 

Türkiye'de Antibiyotik Kullanımı

Sağlık Bakanlığı Türkiye Tıbbi Cihaz ve İlaç Kurumu Başkan Yardımcısı Hakkı Gürsöz´ün 18 Kasım 2013 "Antibiyotik Farkındalık Günü" dolayısıyla verdiği bilgilere göre Türkiye'de antibiyotik kullanım sıklığı çok yüksek. Gürsöz "Ülkemizde  bir kişi günde 42 birim antibiyotik tüketirken, bu rakam Hollanda'da 14 birim seviyesinde yani bir Türk vatandaşı günde, Hollandalı bir kişiden 3 kat fazla antibiyotik tüketiyor" derken aynı zamanda Türkiye'nin bu değerle Avrupa'da kişi başına günde kullanılan antibiyotik birimi hesaplamasında 40 ülke arasında birinci sırada yer aldığını belirtiyor. 

Küresel Bir Sağlık Sorunu Olarak Antibiyotik Direnci

Antibiyotik direnci tüm dünyayı ve sadece bu günü değil geleceği de ilgilendiren, çok önemli bir sağlık sorunu. Günümüzde teknolojik ve ekonomik koşullarının yardımıyla uluslararası seyahat sıklığının artmasının bir sonucu olarak, dünyanın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkan antibiyotik direnci sorunu çok kısa süre içinde tüm dünyayı kapsayan bir boyuta ulaşabiliyor. Güncel veriler, Avrupa Birliği çapında dirençli bakteriler tarafından enfekte edilen hasta sayısının arttığını ve antibiyotik direncinin halk sağlığı için birincil tehdit haline geldiğini gösteriyor. Bu nedenle, dünya genelinde antibiyotik direncinin kontrol altına almak amacıyla düzenlenen ulusal çalışmalar oldukça önemli. Ancak tam anlamda başarı sağlamak için tüm ulusal programların aynı seviyeye ulaşmaları gerekiyor, çünkü artık dünyanın herhangi bir bölgesindeki sorun tüm dünyanın sorunu. 

Mücadeleye Nereden Başlamalıyız?

Antibiyotik direnciyle mücadelede ilk adım taşıdığımız sorumluluğun bilincine varmak ve bu bilincin toplumda yaygınlaşmasına aracılık etmektir. Antibiyotik direnciyle mücadelede antibiyotikleri reçeteleyen, satan, kullanan, üreten, pazarlayan ve bu süreçleri denetleyen, düzenleyen sağlık istemi içinde yer alan her insan ve her kurum büyük bir sorumluluk taşıyor. 

Peki biz sıradan insanlar olarak neler yapabiliriz?
  • Gereksiz antibiyotik kullanımından kaçınabiliriz.
  • Hekim tarafından reçetelenen antibiyotiklerin doğru kullanımına özen gösterebiliriz.
  • Bağışıklık sistemimizi güçlendirmeye çalışarak her ufak hastalıkta ilaca sarılmayabiliriz.

Sadece bu temel gerekliliklerin yerine getirilmesi bile antibiyotik direncinin yayılmasını durdurabilir ve bizler de antibiyotiklerin sağladığı avantajlardan faydalanmaya devam edebiliriz.

Unutmamak gerek kendi sağlığımız için aldığımız bu önlemler uzun vadede içinde bulunduğumuz toplumu ve tüm dünyayı etkileyebilecek çok ciddi sonuçlar doğurabilir. Denemeye değer bence...

Kaynak:


Not:Yukarıdaki yazı kendi tecrübelerime ve araştırmalarıma dayanarak oluşturulmuştur. Uzmanlık isteyen herhangi bir konuda doktora danışılması önerilir.  


11 Şubat 2014 Salı

Baharı Müjdeleyen “Daffodil”ler



Bol yağışlı ve soğuk bir sonbahar ve kıştan sonra güneş hala kendini göstermemekte ısrar etse de Londra havasında bahar kokusu var. Kızım ve arkadaşları her yağmur damlasını  “Kar mı yağmur mu? Karla karışık yağmur bu...” diye irdeleyerek bu yıl bir türlü yağmayan karı hala bekleyedursun Londra baharın yoluna girdi bile. Sabah 4.5-5 gibi zifiri karanlıkta cıvıldamaya başlayan kuşlar ve tüm marketlerde boy gösteren “daffodil”ler baharın habercisi. İlk "daffodil"imi aldım bile. Bahçede taze soğan görüntüsüyle fışkıran saplar da yakında çiçek verir... 

"Daffodil"ler Britanya kültürüyle özdeş adeta. Kardelene benzeyen ama mevsim olarak kardelene denk gelmeyen, bir tür nergis olan "daffodil" yeşil soğan gibi sapları olan, beyazdan sarıya, sarıdan turuncuya kadar değişen bir renk aralığında, ağaçlık alanlarda tek tek veya kümeler halinde ortaya çıkan, baharı müjdeleyen çiçeklerdir. Ve bu ülkede kış hiç bitmese de, her takvim kışı sonunda bana mutluluk verir. İşte tam da bu nedenden dolayı bu yazımda size bu güzel çiçekler hakkında bilgi vermek istedim.

"Daffodil"ler kendi sade güzelliğinin çekimi dışında, Yunan mitolojisindeki yeri nedeniyle de ilgimi çekmiştir hep. İsmini Yunan mitolojisinde geçen Narcissus’dan aldığına inanılmaktadır. Efsaneye göre Narcissus sudaki kendi görüntüsünü görünce ona aşık olur ve gözlerini kendinden alamaz. Versiyonların bir tanesine göre Narcissus o denli saplantı haline getirmiştir ki bu durumu gözlerini suya diker, eğilir ve sonra da suya düşer ve boğulur. Diğer versiyonda ise yine kendi görüntüsünden gözlerini alamayan Narcissus suyun başından ayrılamadığından susuzluktan ve açlıktan ölür. Her iki versiyonda da Narcissus’un öldüğü yerde daffodil’lerin fışkırdığına inanılmaktadır. Başı öne eğik "daffodil"ler sudaki kendi görüntüsüne aşık olan mitoloji kahramanının kendi görüntüsünü izleyen eğik boynunu temsil etmektedir.

Vatanı Batı Avrupa olan bu bahar çiçekleri için “nedense bahar çiçekleri arasında en muhteşemidir” der ünlü tasarımcı, yorumcu, bitki bahçe, peyzaj ve çevre yazarı  Noel Kingsbury “Daffodil” isimli kitabında.

Mütevazi bir nergis türü olan "daffodil"lerin nasıl olup da bu kadar sevildiği ve dünyanın en popüler bahar çiçeğine dönüştüğü konusunda Kingsbury'nin güzel yorumları var. Kingsbury'e göre, daffodil çokyıllık bahçe bitkisi özelliğini bir kültürel ikonluğa dönüştürerek başardı. Karşıt özellikleri içermesinin de bunda katkısı büyük ona göre, çünkü söz konusu çiçekler kendi türleriyle kümeler halinde yaşayabildikleri gibi tek başlarına da rahatlıkla var olabilirler: "aynı kediler gibi, sadece kısmen evcillerdir".

Yukarıdaki nedenlerin yanı sıra, Kingsbury "daffodil"lerin bu kadar kalıcı ve popüler olmalarını aşağıdaki üç faktöre bağlamaktadır:

1-Biyolojik faktor: "Daffodil"ler neredeyse yanlışlıkla düştükleri veya döküldükleri yerde bile yetişirler. Bahçe atıklarını arabanın bagajından bir atık çukuruna boşaltırken istemeden yere dökülen birkaç tohum bile yıllarca devamı olacak daffodil’leri o noktaya yerleştirmeye yeter. "Daffodil"ler bu anlamda sadece ‘arsız’ olmakla kalmazlar aynı zamanda düzenli olarak kendilerini yığınlar halinde klonlayarak türlerinin devamını sağlarlar.

2: Tarihi faktör: "Daffodil"ler emperyal çiçeklerdir. Büyük Britanya’da yaygınlaşıp Britanya İmparatorluğunun eriştiği her yere ulaşmış ve iklim olarak benzer yerlerde yerleşik olmuşlardır. "Daffodil" dünyaya hakimiyet kuran İngiliz konuşan kültürünün bir parçasıdır.

3: Sosyal ve kültürel faktör: "Daffodil" bir kült bitkidir.  Kült bitkiler meraklıları tarafından toplanır, sınıflandırılır, isimlendirilir ve düzenli olarak seçilerek yeni tohumlar üretilir. Kült bitkiler saplantı şeklinde meraklısı olanlara hitap eder. 

Herşeyin ötesinde “'daffodil"ler hayatta kalandır” der Kingsbury.

Britanya ve Batı Avrupa'da iseniz bu aralar ve bir yerlerde rastlarsanız bir daffodil'e,  henüz güneşi görmediyseniz veya hala çok üşüyorsanız endişe etmeyin, bahar bir yerlerden yanınıza yanaşacaktır. O an için sadece o boynu bükük "daffodil"in güzelliğinin keyfini çıkarın... Şimdi ise ünlü İrlandalı müzik grubu “The Cranberries”in 1994 yılında çıkardığı “Daffodil Lament” şarkısını ve fondaki "daffodil" güzelliğinin…

                   


Kaynaklar:

http://www.timberpress.com/blog/2013/11/why-are-daffodils-special-biology-history-and-cult-status/

3 Şubat 2014 Pazartesi

Korkmayin 40'lar Daha Güzel...


Pek çok kişinin aksine ben 40. yaşımı mutlulukla karşıladım. Çünkü en sonunda zorlu geçen 30’larımı geride bıraktım! Yılların emek ve çalışmasına rağmen kariyerimde beklediğimi bulamamak; anne olmayı çok isterken kayıplar yaşamak, sonrasında ise hiç uyumayan bir bebeğin annesi olup afallamak; yeni bir ülkede minik bir bebekle yepyeni bir hayat kurmaya çalışırken altüst olmak; çalışmamayı aklından bile geçirmeyen tam zamanlı çalışan bir kadınken birden tam zamanlı anneye dönüşmek; sonra tekrar iş hayatına dönmek ... Ve de en sonuncusu 40’a 2 kala tatsız bir tecrübeyle yaşam boyu bazı besinlerden uzak kalmam gerektiğini öğrenerek tüm beslenme şeklimi değiştirmek.

Birşeyler yanlıştı sanki o ana kadar olan yaşamımda. Yanlıştı ve bu yanlışlar bana iyi gelmiyordu. Öyleyse hayatımı yeniden yapılandırmam gerekiyordu.  Uzun günler geceler düşündüm, yazdım çizdim, kendini daha iyi tanıma kitapları okudum, seminerlere gittim. Hepsi aslında benim kendim hakkında gayet iyi bildiğim şeyleri söylüyordu bana. İç sesimin bana uzun süredir söyledikleriydi bunlar; ancak ben bir türlü dinlemek istemiyordum onları. Ama 40’a 1 kala kendimi dinlemeye başladım.
Yeni hayatımda aldığım en önemli karar tekrar kurumsal iş yaşamına ve finans dünyasına dönmemek oldu.  Tek isteğim gereksiz kaygılardan uzak, maddi olarak daha azla yetinebilen, kızımla ve ailemle daha fazla zaman geçiren biri olarak gerçekten yapmak istediğim şeylerin peşinden gitmekti artık. Sadece okuyup, yazıp, paylaşmak istiyordum. Bu doğrultuda annelik, ebeveynlik, kadınlık ve bireylik üzerine yazılarımı paylaştığım bir blog oluşturdum  (www.sadeceanneyim.blogspot.co.uk ).  Ve bu işten çok keyif aldım.
Yeni  hayatıma yeni heyecanlar da kattım. Bunlardan bazıları şunlar:
Kızım buz patenini çok seviyor, ben ise daha önce hiç denememiştim. 40’a bir kala kızımla buz pateni yaptım. Ufak bir düşüş yaşadıysam da çok eğlendim...
Müzikle aram iyidir, eski bir sopranoyum ama daha önce flüt dışında hiç bir enstrüman çalmamıştım. Kızımın keman pratiklerine yardımcı olurken bir baktım ki ben bu işi beceriyorum. Ben de kendime keman aldım. Çok keyif alıyorum. Kendi kendime hiç de fena olmayan bir şekilde tıngırdatsam da, düzenli ders almam gerekiyor tabii ki.
İkinci kez anne olmaya karar verdim. Hiçbir zaman tek çocuk düşünmemiştim ama yaşadığım zorluklar beni o yola doğru götürüyordu. İki çocuk arasındaki yaş farkı ve olabilecek her türlü zorluğu tekrar göze alarak, 40 yaşımda tekrar hamileyim şimdi.
Yüzümde derinleşen çizgiler, boyayla saklamaya çalıştığım ağaran saçlarım, artık istesem de içe çekemediğim karnım 40’larda bana sıkıntı vermek yerine kendimi daha çok sevmeme neden oluyor. Çünkü kendimle barışığım, istediğim hayatı yaşıyorum  ve her sabah sağlıkla bir güne uyandığımı görerek bu yaşıma gelebilmiş olmak beni mutlu etmeye yetiyor.
Kendimi hiç ama hiç yaşlanmış hissetmiyorum; aksine hayattan daha çok keyif alıyorum. Yürümediğim daha bir sürü yol, gitmediğim bir sürü ülke, okumadığım bir sürü kitap, dinlemediğim bir sürü müzik, tanımadığım bir sürü güzel insan ve yazmadığım bir sürü yazı var. Bunların hepsi beni çok heyecanlandırıyor.
40 yaş ve öncesi bir kendini gözden geçirme ve kendini toparlama dönemi bence. Geride hatırı sayılır bir yaşamışlık, denenmiş yollar, alınacak dersler; önünde ise çizilmeyi bekleyen bir yol var.
Gördüğünüz gibi ben başladım o kendi çizdiğim 40’lı yollarda yürümeye...Sadece kendimi dinliyorum artık. Size de tavsiye ederim... Kendi iç sesini dinlemek ve isteklerini gerçekleştirmek için emekli olmayı beklememeli insan; çünkü o zaman beden ruhun hızına yetişemeyebilir.
Korkmayın! 40’lar daha güzel... Hem unutmayın, vardır her 40’da bir keramet...           (Bakınız:http://sadeceanneyim.blogspot.co.uk/2013/11/40da-var-m-bir-keramet.html )
Not: Bu yazı 03.02.2014'de Alternatif Anne'de yayınlanmıştır.