25 Kasım 2013 Pazartesi

40'da Var Mı Bir Keramet?


Ekim ayında 40. yaşımı kutladım. Çocukken ve de 20’li yaşlarda, ne büyütürdük gözümüzde 30’lu yaşları hele de 40’ları. Oysa değişen pek bir şey yok özünde insanın. Sadece daha fazla yaşamışlık ve de tecrübe var. 40 yaşıma girmeden önce öyle oturup da bir hayat muhasebesi yapmadım. Ama özellikle 40 yaş öncesindeki son yılım, ilginç bir şekilde, kendim için hayatta en önemli olan şeylere karar verdiğim bir yıl oldu. Geçmişte benim için çok vazgeçilmez olduğunu düşündüğüm pek çok şeyin aslında pek de önemli olmadığını anladım. Ve kendime yeni bir yol çizdim. O nedenle kendimle daha barışık, daha kendini bilir, daha sakin girdiğim yeni yaşımda geleceğe karşı daha umutluyum.

Kimisi daha önce kimisi daha sonra yaşar bu ruh halini belki, ama bu bilincin benim 40 yaşıma denk gelmiş olmasının benim için farklı bir anlamı var. Çünkü 40 sayısında bir gizem var bana göre. Bu gizem en çok kızım doğduktan sonra anne olarak geçirdiğim tuhaf değişim döneminde düşündürdü beni.

“Kırkı çıkmak” deyimi çokca kullanılır lohusalık döneminde. Annenin doğumdan sonra, ister normal doğum yapmış olsun ister sezaryan, ağrı ve acılarını atlatıp tekrar normale dönmeye başladığı dönemi ifade eder bu dönem. Doktorlar da başka bir komplikasyon yok ise ilk kontrolü doğumdan 6 hafta sonraya verirler. Kırkı çıkınca insan zaten altı haftayı da doldurur. Yani örf ve adetlerle hayatımıza girmiş olan kırk gün, 6 haftaya denk getirilerek bilim ile de desteklenmiş olur.  O zamandan beri takıldım ben bu 40 sayısına.

Şimdi yine bir 40 sayısı dönemindeyim, bu sefer 40 yaşındayım. Bendeki tüm bu algılama değişimlerinin 40 yaşıma denk gelmesi bir tesadüf mü, yoksa keramet yine 40 sayısında mı diye düşünmeye başladım ben. Ve bir araştırma yaptım var mıymış bir anlamı bu 40 rakamının diye.

Bir de baktım ki çok eski çağlardan beri kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine inanılırmış. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamları varmış.

Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türkler’de büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içerisine de girmiş. Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna; Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna; dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılmaktaymış.

Kırk sayısı İslam dininde de yerini bulmuş. Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi ile insanın 40 yaşında olgunlaştığına inanılması; İslam dininin doğuşu sırasında Hz. Muhammed’e ilk bağlananların 40 kişi olması ve kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi gibi nedenler bu sayının kutsallığına olan inancı daha da geliştirmiş.

Bu inançla birlikte, doğumdan ve ölümden sonra 40 gün geçmesi gerekliliği ile “kırkı çıkmak” deyimi kullanılmaya başlanmış.

Anadolu gelenek ve göreneklerde bu denli bahsedilen ve İslam dininde de önemi büyük olan 40 sayısı, inisiyasyon çalışmalarında, olgunluğa erme ve tamamlanma, bütünlenme olayının anlatılması için de kullanılmakta. Bu anlayışta olgunluğa erişme, bir ve bütün olan anlayışı ifade eden 40 sayısından sonra farklı bir kapı açıldığına, olağan durumda bir değişim olduğuna inanılmakta.

Bununla da kalmayıp, asırlardan beri, mistik ustaların çömezlerine, hep “kırk gün” tavsiye etmeleri de bu tezi desteklemektedir. “Kırk gün sabret, kırk gün tekrarla, kırk güne kadar gerçekleşir.”

Olgunlaşma manasında, “40 fırın ekmek yemek” deyimi de aynı düşünceyi destekliyor öyle değil mi?

Ayrıca İslam Mistisizmine göre Sufinin 40 günlük inzivaya katlanması şarttır. Bektaşilikte “Dört Kapı Kırk Makam” seklinde Kamil (olgun) insan olma ilkeleri vardır. 

Anadolu örf ve adetleri ve İslam dininde bu kadar özel bir yeri olan 40 sayısı ilginç bir şekilde diğer inanışlarda da yerini buluyor:

  • Şaman inanışına göre ruh fiziki bedeni 40 gün sonra terk etmektedir.
  • Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikâyelerinde 40 yiğitler görülmektedir.
  • Ayasofya Kilisesi’nin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi olmasının kökeninde o devirlerden kalma Şaman veya Totem gelenekleri yatmaktadır.
  • 40 sayısı Eski Mısırlılar’da gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir.
  • Mısır Piramitlerin sayısı 80'e yakındır. Hepsi Nil’in sol kıyısına kurulmuş ve vadide 40 kilometrelik bir uzunluk içine yayılmışlardır.
  • Eski Mısır’da firavunun ölümünden 40 gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kaldığına inanılır.
  • Musa  Tanrı'nın buyruklarını Tur Dağı’nda 40 gün 40 gecede almıştır.
  • Hristiyanlar paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanır.
  • Katolik Kilisesine göre 40 insanın Kanonik çağıdır. Yani zeka bu yaşta bütünüyle gelişmiş olur.


Araştırdıkça şaşkınlıkla gördüm ki, dilimizde 40 sayısıyla ilgili o kadar çok deyim ve kullanım var ki . İşte bunlardan bazıları:

“Kırkpınar; Kırk haramiler; Kırk-ikindi yağmurları; Kırk bir kere maşallah; Kırk para; Kırk yılın başı; Kırk yılda bir; Kırk yıllık dost; Kırk katır mı-kırk satır mı; Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması;  Kırk gün kırk gece; Kırk kere söylersen olur; Kırkından sonra azanı…; Kırk parçaya bölünmek; Kırk yiğitler; Kırk dereden su getirmek; Kırklara karışmak; Kırk tarakta bezi bulunmak; Kırk akşamın delisi; Kırk çarşamba bir arada; Kırk evin nankör kedisi; Kırk gün düşünsem aklıma gelmez; Kılı kırk yarmak, Kırk kürk kırkının da kulpu kırık küp; Kırklanmak; Bir yastıkta kırk yıl kocama”…

Yaşamımıza bu kadar çok girmiş 40 sayısı farklı inanışlarla da bu denli desteklendiğine göre vardır bunda bir keramet diyorum ben. Sanırım yazının başından sonunda kadar kırkı aşkın kere 40 demişimdir, bundan önce bir keramet yoksa da sanırım bundan sonra olur. Ne dersiniz?


Referanslar:



18 Kasım 2013 Pazartesi

Birisinin Çöpü Bir Diğeri İçin Hazinedir


Eskici var hanım, eskileri alırım... Hatırlar mısınız bu sesi geçmişlerde bir yerden? Bohçalı teyzelerin eve üşüşüp, eskileri şöyle bir gözden geçirip fiyat biçtiği, karşılığında da plastik leğen, kova vs verdiği günleri. Ben ilgiyle izlerdim bohçalı teyzeleri, renkli renkli plastik kovalarını, leğenlerini ve umarsız rahatlıklarını.


Eskileri pek sevmez bizim kultürümüz. Yeni yeni giyinmeyi sever, yeni eşyalar sever, yeni evler, yeni modern binalarda yaşamak ister. Çok köklü, çok eskilere dayanan tarih ve kültürümüze inat, sanki geçmişi yok etmek ister gibi hep bir eskiyi yıkıp yenisini yapmak isteği mevcuttur bizim memlekette. Kılık kıyafette de böyledir bu durum, ev eşyasında da. En fazla kardeşinin, kuzenlerinin küçülen cici şeylerini giyer çocuklar o kadar. Bizler böyle büyüdük. Ben bıraktığımda da farklı değildi Türkiye, şimdi nedir son durumlar bilmiyorum. En son İstanbul’da bir taksi şöförünün cep telefonum hakkında yaptığı yorum ülkemizdeki eskilere bakışa son noktayı koydu benim gözümde "abla Türkiye'de bu telefonu kimse kullanmaz". Eskiyi sevmez bizim millet.
İkinci el eşyalara o nedenle rağbet çok yoktur. Genelde öğrenci evlerinde rastlanır veya antika merakı olan insanların evinde, yoksa başkasının eskisi kullanılmaz pek. Ben de üniversite öğrenciliğim döneminde arkadaşlarımın ısrarına gelerek, Ankara'daki Saman Pazar'ından koyu mavi renkli, fitilli kadife bir ceket almıştım. İçime çok sinmemiş olsa da çok beğenerek giymiştim o ceketi. O dönem hayli etkisinde olduğum Fransız kültürünü yansıtıyordu tam anlamıyla. Sonraları ikinci el kitap ve CD aldığım da olmuştur. O kadar...
Şimdilerde ikinci el piyasası öğrenciler arasında nasıl bilmem ama şu bir gerçek ki, ülkemizde her türlü keseye uygun envai çeşit kılık kıyafet ve mobilya bulunuyor artık. Bir de taksitli alışveriş imkanıyla insanlar daha az tasasız alışveriş yapabiliyor ve canları sıkıldıkça eşya, araba ve ev değiştiriyorlar gördüğüm kadarıyla.
Oysa durum çok farklı İngiltere’de. Hala yüz yıllık evlerde yaşayan, eskiden at arabalarının geçtiği yolları herhangi bir değişiklik yapmadan taşıtlı trafiğe uyarlayan, geleneklere, eskiye hayli düşkün olan bir kültürde, doğal olarak, kullanılmış eşyaların satıldığı dükkanlar çok popüler. Birisinin çöpünün bir diğeri için hazine (One man's trash is another man's treasure) olduğuna inanılan bu kültürde, herkes eskilerini bir çantaya koyup kendisine en yakın ana alışveriş caddesindeki ikinci el mağazasına götürüyor. Ev eşyası, kılık kıyafet, mutfak eşyası, oyuncak, kitap, cd, puset, bebek yatağı, bisiklet, scooter aklınıza gelebilecek herşey var bu dükkanlarda. Kimisi daha az kullanılmış, kimisi ise oldukça eski ama hepsi durumuna göre fiyatlanmış. Ama daha da güzeli ne biliyor musunuz? Bu dükkanlar kar amacı gütmüyor, çoğu bir hayır kurumunun (charity) yönetiminde, çalışanlar gönüllü ve elde edilen gelir hayır kurumuna veriliyor. Yoksullukla mücadele için kurulan Oxfam, çocuklara yardım amacıyla kurulan Save the Children, Octavia Foundation, Fara; kanser, kalp hastalığı, akıl sağlığı hastalarına destek amaçlı kurulan Cancer Research UK, British Heart Foundation ve Mind gibi hayır kurumları sözünü ettiklerim. Hiç kimseden zorla para almadan, sadece kullanılmayan giyisilerin, eşyaların bağış edildiği, herkesin ihtiyacını karşıladığı bir döngüde nihai olarak hayır kurumu için para toplanılan bir mekanizma. Herkes aynı anda kazanıyor, hem maddi hem manevi olarak.
Kültürel alışkanlıktan dolayı başta çekine çekine girdiğim, bazılarında daha yoğun olan "eskilik" kokusuna direnmek için kimi zaman burnumu tıkayarak gezdiğim bu dükkanlara zamanla benim de ayağım alıştı. Ev eşyası konusunda eskiye çok merakım yok, kıyafet konusunda da az olsun temiz olsun diye düşünürüm. Ancak kızım için bu mağazalar çok işe yaradı: yepyeni CD’leri, kitapları, çok az kullanılmış oyuncakları üç kuruşa aldığımı bilirim. Çocuklar oyuncakları ne çabuk tüketiyorlar bilirsiniz, hızlı büyüdükleri için sürekli değişen ilgilerine göre oyuncak almak gerekiyor. O nedenle bu tür ikinci el mağazalar bu şekilde değerlendirilmek için çok iyi bir kaynak gerçekten.  
Son aldığım ocak, fırın, su ısıtıcısından oluşan plastik mutfak seti çok mutlu etti kızımı. Eve getirip kuvette bol sabunla yıkadıktan ve ailemizin tamircisi, eşimin, arkasındaki vidaları söküp pillerini degistirmesinden sonra kızımızın odasına koyduğumuzda yüzündeki mutluluk ifadesi inanılmazdı. Artık kahvaltılarımız ve ikindi çaylarımız kızımdan. Görüyoruz ki birisinin çöpü bir başkası için gerçekten hazineymiş...

Not: Bu yazı 18.11.2013'de Alternatif Anne'de  yayınlanmıştır.
http://alternatifanne.com/birisinin-copu-bir-digeri-icin-hazinedir/


11 Kasım 2013 Pazartesi

Londra'da Çocuklarımız Ne Yiyor?




Richmond’da köprünün hemen altında bir kafe vardır: "Tide Tables Cafe". Güneşli günlerde sandalyeleri Thames Nehri’ni görecek şekilde yan yana dizilir. İnsanlar da sıkış tepiş yer bulmaya çalışır hem güzelim nehir manzarasının hem de güneşin keyfini çıkarmak için. Sular yükselip de taşar kimi zaman gel-git etkisiyle, o zaman mahzur kalıp da nehir boyunda ilerleyemeyen insan manzaralarını izlemek düşer kafe sakinlerine.

2-3 sene önce yine güzel güneşli bir günde yalnız başıma kafede keyif yaparken Türkçe konuşan bir anne ve çocuk sesi çalındı kulağıma. İstemeden kulak kabarttım: “Oğlum ne yiyeceksin?”, kuşları kovalamakla meşgul olan çocuktan cevap yok. Anne tekrar sordu, “oğlum sana soruyorum, ne yemek istiyorsun?”. Kuşları kovalamaya ara veren oğlan çocuğu en sonunda cevap verdi annesine “bulgur pilavı”. Ve benim kahkaham takip etti bu diyaloğu. Benzer diyaloglar o sıralar bizde de o kadar sık yaşanıyordu ki, demek ki sadece benim kızım değilmiş geleneksel Türk ev yemeklerine düşkün olan diye düşünmüştüm.

İngiltere’deki yaşantımızda, anne ve babaların çocuklarını doyurmaktaki rahatlıkları baştan beri benim çok ilgimi çekti. Ne kahvaltıları bizimki gibi teferruatlı, ne de öğlen ve akşam yemekleri. Hiç öyle fokur fokur kaynayan tencereler yok onların ocaklarında. Günlük menü genelde şu şekilde: sabahları ağırlıklı olarak buğday, yulaf veya mısır gevreği ve süt veya yulaf ezmesi (porridge); öğlen peynirli veya salamlı üçgen sandviç; eğer sağlık konusunda duyarlı bir aileyse ara öğünlerde meyve veya sebze atıştırmalar (duyarlı değilse bolca cips); akşam yemeğinde sebzeli veya kıymalı makarna, sosis ve patates püresi, pizza veya donmuş gıdalardan tavuk veya kızarmıs balık (fish fingers denilen cocuklara uygun boyutlarda) ve patates kızartması. Restoranlarda da çocuk menülerinde aynı yemekler olduğu için çocuklar evde alışık oldukları yiyecekleri zorlanmadan dışarıda da  yiyebiliyorlar.

Oysa bizim için durum farklıydı. Şimdi çok doğru bulmasam da, Dalya'nın ek gıdayla geçmesiyle birlikte ona hep bizim yediklerimizden farklı, özel, daha besleyici, yemekler yaptık. Büyümesiyle birlikte özel yemekleri bıraktık. Memleketten ayrı olduğumuz için zaten evimizde özlediğimiz Türk ev yemeklerini yaptığımızdan, azar azar kızımıza da tattırmaya başladık evdeki yemekleri. Nereden bilebilirdik ki bunun sonucunda bizim evdeki menünün uzunca bir süre sabitleneceğini? Böylelikle yıllarca evdeki menü kıymalı karnabahar yemeği, etli nohut, kıymalı bezelyeli patates ve taze fasulye yemeği oldu. Bir çocuk için sevilmesi güç yemekler saydıklarım ama Dalya bizi şaşırtarak seviyordu işte. Sırf Dalya severek yiyor diye dönüp dönüp yukarıda saydığım yemekleri yapmaktan ve yemekten, bırakın yemek istemeyi artık görmek istemez hale geldik.

Yukarıda bahsettiğim kafe örneğinde olduğu gibi, şaşırtıcı bir şekilde, daha sonra tanıştığımız anne-baba Türk olan pek çok başka arkadaşın çocuklarında da aynı durum olduğunu gördük. Demek ki evde Türk yemeği yapılan ailelerin çocukları sanki hala Türkiye’de yaşıyor gibi tencere yemeklerini tercih ediyorlardı. Çocuğumuz sağlıklı besleniyor diye bu durum hoşumuza gitse de, restoranda veya kafede yemek yediğimiz zamanlar, Dalya alışık olmadığı yemekleri yemediği için, zorlanıyorduk. Oysa sürekli aynı ev yemeklerini yemekten sıkılan bizim için dışarıda yemek büyük bir değişiklikti. Biz de duruma şöyle bir çözüm bulduk: Dalya’yı evdeki sağlıklı ve besleyici yemeklerle besleyip dışarı çıkıyor, biz restoranda yemeğimizi yerken o da tatlısını yiyordu.

Zamanla menümüz zenginleşti. Köfte, makarna, sulu köfte de girdi menüye ve anneanne olduğu zaman mantı da eklendi. Yuvaya başlamasıyla öğlen yemeklerinde alışık olmadığı tatlarla tanıştı. Başta yemedi, belki de aç kaldı ama sabah kahvaltısı ve akşam yemeğini evden tam takviyeli aldığı için bu riski göze almıştık çünkü değişik tatlara alışması gerekiyordu. Yavaş yavaş alıştı. Hatta en favori yemeği fırında patates (jacked potato) ve fasulye (baked beans) oldu, dahası evde de bizden onu istemeye başladı. Bir de ikindi çayında (tea time) verdikleri tereyağlı kızarmış ekmeği çok sevdi. Okulla birlikte daha da genişledi zevkle yedikleri Dalya’nın, pizza, körili tavuk, gravy soslu biftek, balık ve patates kızartması (fish and chips) de eklendi menüye. Menü genişledikçe biz de hafta içi sağlıklı Türk ev yemeklerine devam ettik, hafta sonları da hep beraber dışarıda yiyebilir olduk.

Dalya 4.5 yaşındayken yaptığımız Fransa tatilimizde, muhteşem bir butik otelde kamp ocağıyla pişirdiğimiz yemeği (!) Dalya’ya yedirip sonra şık bir restoranda o tatlısını yerken yediğimiz akşam yemeğini hiç unutamıyorum. Oysa yakınımızda bir Türk esnaf lokantası olsaydı hiç zorluk çekmezdik. Ama ne yaparsın, Fransa’nın deniz mahsulleriyle ünlü bir bölgesindeydik işte. Üstünden iki seneden fazla geçmiş ve Dalya değişik tatlara alışmış olsa da, hala “en sevdiğin yemek ne” diye sorarsanız cevabı “nohut olur. Komik değil mi?...




4 Kasım 2013 Pazartesi

Bazen Yaramaz Olmak İyidir


Çocukken hiç içinde bulunduğunuz durumu değiştirmek isteyip de gücünüzün yetmediği ve çok sinirlendiğiniz oldu mu? Benim oldu. Bir defasında çok istediğim bir şeyi yapmayan anneme kızıp aldığım bıçakla elimi kesmeye kalkışmıştım, tabii ki annem ciddiye almamıştı beni. Şimdi detaylarını çok hatırlamasam da, çocukluğumda pek çok kere o yoğun kızgınlığı hissettiğim ve içinde bulunduğum durumu değiştirebilmeyi şiddetle istediğimi anımsıyorum. Bir mucize olsa apartmandaki şu kötü kalpli kız bir daha karşıma çıktığında bir güç onu yere düşürse ve yerden kalkamasa; bir mucize olsa sınıfta herkes hakkında gerçek olmayan kötü sözler söyleyen çocuk bir daha aynı tür bir şey söylemek istediğinde sesi kısılsa konuşamasa; okulda teneffüs dönüşünde çocuklara çabuk olmalarını söyleyen ve onları hızlandırmak için kulaklarından çeken uzun tırnaklı sarışın öğretmen bir daha aynı şeyi yapmak istediğinde bir mucize olsa da kendi kulakları uzasa uzasa uzasa... 

Senin adına kararların verildiği değiştiremediğin pek çok şeyin olduğu bir dönemdir çocukluk.  Büyüklerin kurallarına göre yaşadıkları küçücük dünyalarında onları kızdıran, zarar veren, kişilerden ve olaylardan kurtulabilme şansı ne yazık ki yok pek çok çocuğun. Ama bir mucize olsa ve durumu değiştirebilseler… Bu ihtimal düşüncesi bile zaman zaman kurtarıcı olabilir bir çocuk için. Hem kim bilir? Belki de değiştirebilirler gerçekten. 

İşte böyle bir roman kahramanı bugün size sözünü edeceğim Matilda. "20. yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük masalcılarından" olduğu düşünülen "1945'den bu yana en büyük 50 Britanyalı yazar" arasında gösterilen Roald Dahl tarafından yaratılan bir roman kahramanı.  

Olağanüstü yetenekleri sıradan ve antipatik ebeveynleri tarafından hor görülen Matilda Wormwood erkek olması istenirken kız olduğu bir türlü kabul edilmeyen, evinde anlaşılamayan, yalnız bir kız çocuğu. Zamanlarının çoğunu televizyon seyrederek geçiren anne, baba ve ağabeyi onun erken gelişimini, meraklı ve zeki sorularını anlamaz, onu akılsız ve boş görürler. Evdeki bu durum Matilda’yı erken yaşta hayal dünyasına ve kitaplara yöneltir. Daha 4 yaşındayken okumaya başlayan Matilda zamanın çoğunu kütüphanede geçirir. Ailesinin sürekli kaba hareketlerine maruz kalan küçük kız, “bazen yaramaz olmanın iyi” olduğuna inanarak intikamını kendince yöntemlerle (babasının şapkasına yapıştırıcı koyarak veya babasının saç jölesine boya karıştırarak) almaktadır. Matilda’nın hayatı okula başlamasıyla daha da zorlaşır. Okul müdürü Bayan Trunchbull çocuklara insafsız cezalar vermekte ve Matilda’nın zekasını ve yeteneğini görmezden gelmektedir. Matilda aradığı sıcaklığı öğretmeni Bayan Honey'de bulur. Hem evde hem de okulda maruz kaldığı ezici davranışlar küçük kızın olağanüstü yeteneklerinin ortaya çıkmasına neden olur. Gözleri yardımıyla beyninin gücünü kullanmayı keşfeden Matilda, bu yolla düşmanlarını cezalandırıp, şaşırtıcı bir şekilde, hem Bayan Honey'in hem de kendi kaderini değiştirecektir. 

Birleşik Krallık devlet okulunda eğitim gördüğü süre içinde disiplin adına öğretmenlerin sert uygulamalarına şahit olan Roald Dahl, bu dönemde “dine ve tanrıya ilişkin ciddi şüpheleri” oluştuğunu söyler. Görünen o ki yazar yarattığı fantastik Matilda karakteri ile eğitimin önemini ve küçük beyinler üzerindeki etkisini kitlelere anlatmayı hedeflemiş ve de amacına ulaşmış. Ezilen, horlanan, sıkıntı gören pek çok çocuğa ilham veren Matilda romanı, ilk kez 1988 yılında yayınlanmış, 1996 yılında Danny De Vito yönetmenliğiyle sinema filmi olmuş ve 2010 yılında müzikale adapte edilmiş. 

Kızımın bir dönem drama dersi sırasında müzikalinin şarkılarıyla tanıştığı ve sonrasında DVD ile filmini izlediğimiz Matilda ailece çok sevdiğimiz bir karaktere dönüştü. Dalya'nın sayısız kere izlediği filmin, zaman zaman kriz durumlarında bir Matilda edasıyla beni ve babasını Matilda'nın anlayışsız ve kaba ailesine benzetmesi gibi bir etkisi olsa da, kişinin kendi doğrularının izinden gitmesi, anne babasından geliyor olsa bile yanlışlığı ve kötülüğü kabul etmemesi ve ona karşı harekete geçmesi konusunda oldukça doğru mesajlar verdiğine inanıyorum. 

Kitap ve filmiyle geçirdiğimiz bir seneden sonra artık Dalya Matilda müzikalini görme yaşına gelmişti. Aylar öncesinden biletlerini aldığımız müzikal için çok heyecanlıydık. Londra'da 2011 yılından bu yana oynayan ve sayısız başarı ödülleri alan müzikali en sonunda kendi gözlerimizle görecektik.  


Ucu ucuna yetiştiğimiz oyun salonuna girer girmez dekorun büyüsüne kapıldım. Sahne, yan duvarlar ve tavan rengarenk harf bloklarından oluşmaktaydı. Kelimelerle oynamayı çok seven Roald Dahl’ın romanlarındaki kelime ustalığı ve karakterlerinin renkliliği adeta sahneye taşınmıştı. Matthew Warchus’un yönettiği ve Dennis Kelly’nin yazdığı oyun, Tim Minchin’in söz ve müzikleri ile canlanmış ve Royal Shakespeare Company’nin çabalarıyla müzikale dönüşmüş.

Müzikal başlar başlamaz bizi içine aldı. Matilda’nın annesi ve babası muhteşem canlandırılmıştı:  sıradanlıkları, cahillikleri ve cesaretleri gerçekten etkileyiciydi. Matilda’yı oynayan küçük kız da Matilda’nın küçük yaştaki karışık aklını ve zekasını yansıtmakta çok başarılıydı. Bayan Honey anaç ve sevecendi.  Ama bizi en çok etkileyen Bayan Trunchbull’du, ancak bu kadar korkunç canlandırılabilirdi romanın dehşet verici karakteri. İri, çirkin cüssesi ve ürkünç bakışları biz büyükleri de en az çocuklar kadar korkuttu. Oyuncuların zaman zaman seyircilerin arasından çıkması, dekorun hızlı bir şekilde değişmesi, ışık ve lazer oyunları ve tabii ki müziklerle tam bir sanat ziyafetiydi gözlerimizin önündeki. Özellikle bütün öğrencilerin hep bir ağızdan “Büyüdüğümde” (When I Grow Up) adlı şarkıyı söylerken sahnedeki salıncaklara binerek izleyicilerin üstüne doğru uçtukları sahne çok etkileyiciydi. Salıncaklarla çocukluğun enerjisi ve neşesi, şarkının sözleriyle ise çocukluğun masumiyeti ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.


Pek çok derin düşüncenin ve ince zevkin popüler kültürle yok olmak üzere olduğu günümüzde, kitap okumanın, kendine inanmanın, iyiliğe sığınmanın ve kötülükle mücadele etmekten vazgeçmemenin vurgulandığı Roald Dahl’ın bu güzel romanının müzik ve muhteşem oyunculukla harmanlandığı müzikalini Londra’ya yolu düşen -büyük küçük- herkes izlemeli bence. Bugünün küçüklerinin yarının büyükleri olduğunu unutmamak ve her şeyi değiştirebilme gücümüz olduğunu bir kez daha hatırlamak adına Matilda’yı izleyemesek de, okuyalım ve çocuklarımıza okutalım diyorum ben…

Referanslar








Matilda ve Roald Dahl’ın Diğer Çocuk Kitapları (Türkçe)




Not: Bu yazı  04.11.2013 tarihinde Alternatif Anne'de yayınlanmıştır.
http://alternatifanne.com/matilda-bazen-yaramaz-olmak-iyidir/