14 Ekim 2015 Çarşamba

İnsan İnsanın Kurdu Mudur?


"Anne, anne” diye bağırarak uyandı çocuk uykusundan, kötü bir rüya görmüştü. Koştu annesi yanına, “yok bir şey, geçti “ dedi kulağına usulca. “Sen ölmeyeceksin değil mi anne?” dedi çocuk annesine “hiç ölmeyeceksin değil mi anne?”. Hiç düşünmeden “hayır” dedi annesi “hiç ölmeyeceğim tabii ki, hep seninle olacağım”. “Ama öldün işte rüyamda ve çok gerçekti anne öldün...Bombalar patladı, evimiz yandı ve sen orada kaldın anne, sen öldün”. “Rüya” dedi anne, “sadece rüyaydı, bak ben yanındayım şimdi öyle değil mi? Hayattayım, ölmedim, ölmeyeceğim...” Sarıldılar birbirlerine, öyle uykuya daldı çocuk annesinin kollarında.

Hepimiz görmüşüzdür böyle rüyalar çocukken. Sevdiklerimizin öldüğü kabuslar gecelerimizi bölmüştür çirkin gölgeleriyle. Sıcacık ana kucağı veya baba kokusuyla atlatmışızdır o anlık korkularımızı. Oysa ülkemde her gün bir kabus yaşanıyor. Kayıpların ardı arkası kesilmiyor, sürekli ölüme uyanıyor çocuklar. Kabus gibi ama gerçek. Yüzyıllardır insanlığın tuzağına düştüğü güç kavgası yine başka senaryolarla oynanıyor. İnsanlar birbirinden kopuyor her geçen gün, daha çok ayrışıyor, kutuplaşıyor. Hiç ummadığın insanlardan savaş nidaları, öc naraları duyuluyor.  “Kana kan, dişe diş olsun",  "bizden gitti hep, biraz da onlardan gitsin", "onların ölümüne üzülmüştün ama bak bunların ölümüne üzülmedin, sen kimlerdensin?“. Arkadaş toplantılarında, sosyal medya yazışmalarında her türlü platformda bu tür söylemler yükseliyor.
 
İnsanları ayrıştırma politikası hiç ara vermeden sürdürülürken, her gün masum insanlar ölürken sakin kalabilmek ve sağlıklı düşünebilmek çok zor. Zaten gelinmek istenen nokta da  bu. İnsanların psikolojisini bozup, sağlıklı düşünmelerine engel olarak, düne kadar çok sevdiği komşusu, dilinden düşürmediği iş arkadaşı, kahkalarla gülmekten anamadığı askerlik arkadaşı, sürekli zaman geçirdiği çocuğunun en sevdiği arkadaşının ailesine dini inancı, siyasi görüşü ve etnik kimliğinden dolayı düşman olup bir kaşık suda boğma isteği yaratmak. Kısacası insanları birbirine düşürmek, toplumda kaos yaratmak ve günümüz şartlarında -belki de- ülkede yaklaşan  seçimin gerçekleşmesine engel olmak.
Nedenler farklı olabilir, elde edilmek istenenler de. Ancak ülke ve dünya tarihimiz farklı konjonktürlerde ama benzer şekilde insanların komşularının, dostlarının evlerini, köylerini yağmalayıp onları katletmelerine kadar varan bir sürü utanç hikayesine gebe. Maalesef tarihten ders alınmıyor. İnsanoğlu bilimde yaratıcılıkta ne kadar ilerlemiş olursa olsun insanlıkta hala yerinde sayıyor.
Yaşadığımız coğrafyada tek dil, tek din ve tek etnik kimliğe sahip olmak mümkün değil; bu nedenle sağımızda solumuzda kavgalar savaşlar dinmiyor. Komşu ülkelerde barış, huzur yokken din, dil, ırk, etnik çeşitliliğiyle kimlik bulan ülkemizde de sorunlar hiç bitmiyor. Çatışmalar, mücadeleler, savaşlar bu coğrafyanın ayrılmaz bir parçası sanki. Sonuç olarak insanlar birbirini yiyor. 
"İnsan insanın kurdudur" (homo-homini-lupus) demiş 17’nci yüzyılın ünlü felsecilerinden Thomas Hobbes.  Tarih boyunca süregelen insan savaşını iyi özetliyor bu deyim. İspanyol donanmasının saldırısı sırasında prematüre olarak doğan Hobbes “annem ikiz doğurdu; biri ben bir diğeri de korku” diyerek savaş ortamında doğmuş bir çocuk ve İngiliz iç savaşını yaşamış bir siyaset bilimcisi ve filozof olarak bu sözü ‘doğa durumu‘nda insanın çatışma halinde bulunacağı, bu ‘ilkel durum‘dan kurtulmak için ise ‘toplumsal sözleşme‘yle bazı hakların devlete teslim edilmesi gerektiğini savunduğu felsefesi kapsamında sarf etmişti. T.Hobbes'un "doğa insanı" sosyal varlık değildir. Ona göre 'insan insanın kurdudur', sürekli birbirini kemirir, yok etmeye çalışır... Hobbes insanın uzlaşma sonucu kendi gücünü mutlak bir güç olan devlete verilmesini savunur - o ayrı. Ancak söz konusu felsefe 17. yüzyıl yaşanmışlıkları doğrultusunda üretilmiştir; o günün şartlarında ikna edici gerekçeleri mutlaka vardır. Asıl şaşırtıcı olan ise bu söylemin günümüz şartlarında hala geçerli olmasıdır.
Oysa insan insanın kurdu olmamalıdır. Düşüncelerimiz farklı olabilir, geçmişimiz, dinimiz de öyle ama her birimiz insanız. Birimiz bir diğerimizden daha üstün değiliz. Hepimiz haklarının,  sorumluluklarının ve özgürlüklerinin farkında olan, kendi adına kararlar verip sorumluluğunu alabilen, kendisiyle ve çevresiyle barışık, tutarlı bireyler olmalıyız. Birey olarak toplum içinde bu hak ve ödevlerin herkes için geçerli olduğunun bilinci ile hareket etmeli ve bu haklara saygılı olmalıyız. Birlikte yaşamak ve paylaşmak zorundayız. Dahası farklılıklarımızı zenginliğimiz olarak görüp bundan beslenmeliyiz. Farklı olanı ötekileştirmeden, kültür mozaiğimizin farklı bir rengi  olarak kabullenerek, baskı yapmadan, sömürmeden birlikte yaşamak zorundayız.

  
Şiddete başvurmadan, kan dökmeden, konuşarak, dinleyerek eşit, özgür, mutlu, insanca, hep birlikte yaşamak mümkün.  Evet mümkün. Bunu başarıyla yapan medeniyetler var ve ben bunlardan birinde yaşıyorum.

"İnsan insanın kurdu" olmamalıdır; dostu, arkadaşı, rehberi olmalıdır. Birbirimizi aydınlatarak, birbirimizin kör noktalarını çözmeye çabalayarak yürümeliyiz bu insanlık yolunda, düşman olarak değil. Bu zor günler de geçecek biliyorum. Barış kazanacak. Hepimizin ortak istek ve iradesiyle neden kazanmasın ki?
Çocuklarımızın korkulu rüyası olmayalım, onları kabuslara değil, barış dolu güzel günlere uyandıralım.

Sevgi ve barış dolu günler diliyorum...

Kaynak


8 Ekim 2015 Perşembe

Vay At Kestanesi Vay!





İngiltere'ye geldiğimizden bu yana büyüklükleriyle göz kamaştıran, baharda beyaz veya pembe çiçekleriyle boy gösteren, sonbaharda ise yeşil dikenli meyvelerini döken ve içlerinden çıkan  kestaneleriyle çocukları çılgına çeviren at kestanesi ağaçları hep ilgimi çeker.














Dalya ayaklandığından bu yana her sene sonbaharda kestaneleri yerde görür görmez toplar durur. Bu sene yine okulunun bahçesindeki o görkemli kestane ağacı kestanelerini yere döktü. Okul çıkışında çocukları almaya gittiğimizde gördüğümüz manzara inanılmaz! Okuldan fırlayan her çocuk, anne baba veya bakıcısına değil de yerlere dökülen kestaneleri almak üzere ağacın altına yöneliyor ve diğer çocuklardan geriye bir şey kalmaz korkusuyla bulduklarını ceplerine doldurup duruyor. İşte bu çocuklardan biri de benim kızım.

Ne yapsam ben torba torba at kestanesiyle diye düşünüp dururken bir arkadaşım "dolapların içine koy güveleri uzak tutarmış" diyince bir bakıyım dedim neymiş bu at kestanelerinin marifeti. Baktım ve de gördüm ki göz alıcı güzellikleriyle dekoratif anlamda kullanılabilmelerinin yanı sıra bir sürü faydası da varmış at kestanelerinin. Gelin hep berlikte bir bakalım isterseniz nelermiş bunlar.
 
 
 
  • At kestaneleri örümceklerin nefret ettiği kimyasal bir koku yayarmış ve bu onları uzak tutarmış. Evinizde örümceklerin özellikle sevdiği köşeler varsa oralara bir kase içine birkaç tane at kestanesi koyarsanız onları komşu kapılara yönlendirebilirsiniz. Aynı şekilde güveleri de uzak tutarmış at kestaneleri. Giyisi dolaplarının içine bir iki tane koyarak kokusuz zararsız bir şekilde güvelerden de kurtulabilirsiniz.

Bu gibi faydaların dışında at kestaneleri ile çocuklarla yapılabilecek bir dizi keyifli aktivite var:
  • Bilimsel bir deney yapabilirsiniz mesela. At kestanelerini yanan ateşe atarsanız patlarlar ama delerseniz ısıya geçiş yolu açtığınızdan patlamayı engellemiş olursunuz.
  • Boyayıp, üzerine sim döküp, belki de ortadan delip dekoratif amaçlı kullanabilirsiniz. Noel ağacı süsü yapılabilir mesela. Ayrıca at kestanesi taşımanın uğur getirdiğine inanılırmış. Yine ortasından delip, ip geçirerek  kolye veya bilezik şeklinde hoş bir hediye yapılabilir. Özellikle kız çocukları olanlar bilir bunun ne kadar mutlu edici bir hediye olabileceğini.    
  • Araştırmam esnasında Krokotak ve  artsyants  adlı iki bloğa denk geldim. At kestanesi ile yapılabilecek  muhteşem fikirler var buralarda. Bir bakın derim.





  • Evde dekoratif amaçlı kullanılabilir. Cam bir kovanoza koyarak cam kenarı veya masa üstünde kullanilarak veya çeşitli şekillerde yapıştırıp hoş bir sonbahar havası yaratılabilir. 






     






Kestane Ağacıyla İlgli İlginç Gerçekler
 
Araştırmalarım esnasında at kestanesi ağacıyla ilgili bir iki ilginç bilgiye rastladım, onları da sizinle paylaşayım.
  • At kestanesi ağacı Britanya adasına ilk olarak 16. yüzyılda Turkiye'den getirilmiş ve yaygın olarak yetiştirilmeye başlanmış.  
  • At kestanesi ağacının yaprakları düştüğünde sapları ağaç dalların üstünde ters dönmüş tırnak boşlukları olan at nalına benzer bir iz bırakırmış. Belki bu nedenle söz konusu ağaç bu isimle  adlandırılmıştır -kim bilir?  
 
Öyle görünüyor ki önümüzdeki sonbahar günleri içinde at kestanesi olan bol el işiyle geçecek.
 
Hayatımızın içinde bize sıradan gelen ancak öyle ilginç ve de özellikli şeyler var ki, işte at kestanesi de bunlardan biri. Her geçen gün çocuklarımdan yeni bir şey daha öğreniyorum; kimin neyi kime öğrettiği belli değil. Teşekkürler Dalyacığım...  Keyifli, sonbahar günleri diliyorum...
 
 
 
 
Kaynak 





29 Eylül 2015 Salı

Çünkü Ben Sadece Anneyim...



Klasik bir sonbahar yaşıyoruz Londra'da. Okullar başladı, havalar soğudu. Bu hafta olduğu gibi güzel güneşli günler de yok değil ama gün içindeki ısı farkı artık havaların döndüğünü gösteriyor.
 
Okulların açılması, havaların soğuması gibi sonbahar göstergelerin günlük yaşamımıza etkisi ise sabah koşuşturmaları, Dalya'nın yeni ders programına ısınma ve  okul temposuna tekrar alışmasına destek çalışmaları, okul sonrası aktivitelerine dönüş ve değişen hava doğrultusunda eksiklerin ortaya çıkması ile birlikte sürekli bir alışveriş  şeklinde oluyor. 

Boyu omzuma yaklaşan, hala çocuksu  izler taşısa da, biraz da genç kızlık havası taşıyan Dalya bu seneye daha net zevk ve seçimlerle daha bir bağımsız başlarken, ona adımları her geçen gün hızlanan Lara eşlik ediyor.  Hala tek başına uzun mesafeler almaya çekinse de, yürüme isteği ve hızlı hareketleriyle anlayamadığımız bir dilde sürekli konuşan bir Lara var bu sonbahar bizimle.

Ara ara yakalayabildiğim kelimeleri beni hayrete düşürüyor. Evde sürekli Türkçe konuşuluyor olsa da çevreden duyduğu İngilizce'yi  Türkçe ile harmanlayarak kullanması  oldukça ilginç. Aferin dediğimizde kendini alkışlarken "good girl" ve "twinkle twinkle" kitabını isterken "twinkle" dediğine tanık oldum. "Hi" ve "bye", "mummy" derken bir yandan da "kalk, koy, anne, baba, Dalya, bebek, mama, meme, su, ee ee" gibi Türkçe kelimeler kullanıyor.  
 
Evimizin geleni gideni ve hareketi  hiç eksik olmadığından çok renkli bir dünya içinde büyüse de Lara artık onun da kendine ait bir sosyal yaşamı olmalı diye düşünüyorum. Güvenli bir şekilde yürümesiyle oyun gruplarında rahatlıkla koşturabilir hala gelecek. İşte o zaman da farklı bir tempo başlıyacak hayatımızda.  
 
Kendi zevkleri ve kararlarıyla artık bizden ayrı bir dünyası olan, beraber zaman geçirdiğimizde bile ara ara  kendi dünyasına kayan Dalya'nın artık bayağı uzakta olan bebekliğini farkettikçe ben daha bir sıkı sarılıyorum Lara'ya. Onun da her geçen gün biraz daha bebeklikten çıktığını gözlerken her anını yakalamaya çalışıyor, gözlerimde ve zihnimde dondurmaya çalışıyorum o sayısız anı. Ne merakla genç kızlığa doğru hızla ilerleyen Dalya'nın kendine kapanışını, ne de henüz çok güvenli yürümeden koşmak isteyen ve  kendini bize anlatmaya çalışan Lara'nın heyecanını kaçırmak istiyorum. Zaman onlarda yarattığı değişikliklerin farklı türünü bende de yaratıyor biliyorum.  Ayrıca yapmak istediğim binlerce şey var  ama  ben yine de koşturmadan, sindire sindire kızlarımın büyüdüğünü izlemek ve de bu anları doyasıya yaşamak istiyorum;  çünkü ben sadece anneyim. 

10 Eylül 2015 Perşembe

Giden Bir Yazın Ardından...

Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. En son yazım okulların kapanışıyla ilgili idi. Sanmayın ki tatil nedeniyle ara verdim yazılarıma. Tatilde bolca  yazmaktı hedefim ancak biri 8.5 yaşında, biri  15 aylık iki çocukla eş desteği olmadan tatile çıkmak zormuş. Ona tatil denmezmiş. Ben durumun böyle olacağını önceden biliyor olsam da meğer bilinçaltımda beklentilerim farklıymış.
Şimdi bir yazı daha sonlandırıp Türkiye'den 10-15 derece düşük ısıda tam son bahar havasının hakim olduğu Londra'da okulların başladığı rutin koşturmalı günlerimize geri döndük. Şu an yeni yaşam tempomuza yarı uyum sağlamış halde güneş bizden hayli uzak olsa da hala kendini hissetiriyorken memlekette, ben yaz tatilimizi bir özetlemek istiyorum size:  tatilimiz nasıldı, iki çocukla bütün yaz ne yaptım,  niye yazamadım,? İşte bu soruların cevapları:

Dalya ve Lara ile Londra-İstanbul hattında iki koca bavul, iki sırt çantası ve bir keman eşliğinde yaptığımız yolculuk, Londra'dan bir saat gecikmeyle kalkan uçak yolculuğu, İstanbul'a inişte uçak çıkışına gelmeyen bebek arabasından dolayı kucakta taşınan Lara ve uzun bagaj bekleme macerası sonucunda bavulları taşıma ve yerleştirme mücadelelerinde bacaklarda oluşan sayısız morluklarla sona erdi. 

Babaannemizin evine yerleştikten sonra derin bir nefes alıp rahatladıysam da daha önceden öngöremediğim başka bir sorun olduğunu anlamam çok sürmedi. O da Lara'nın herkesi ve herşeyi yabancılamasıydı. Kucağımdan ayrılmayan minik kızım beni görmediği an çığlık çığlığa ağlıyordu. Londra'daki yaşantımızda gayet sıcakkanlı olup kimseyi yabancılamayan Lara demek ki bildiği düzene pek de alışmış. Mekan değişikliğiyle ne yazık ki huzuru kaçmıştı, benimki de tabi. İstanbul'da geçirdiğimiz 3 gün Lara ile yapışık bir şekilde geçti. Zamanla bu durumun azalacağını düşünüyordum.

Sonrasında deniz tatili yapmak için anneanne ve dedenin yanına Ören'e geldik. Lara'nın bana düşkünlüğü orada da devam etti.  Çok büyük yardım ve destek beklediğim anneanneyle arasına ciddi bir mesafe koyan Lara'dan, daha kolay benimsediği babamın varlığı ile arada nefes alma şansım olsa da o boşlukları da 8.5 yaşındaki Dalya'nın bol yüzmeli, aktif dinamik ve entellektüel olarak da kitap- film sohbetli beklentisi doldurduğundan kendimle geçirebilecek tek bir anım kalmıyordu.  Kendimi fiziki olarak güçlü hissettiğim her anda da İngiltere'de güneşden mahrum kalan çocuklarımı güneşten ve denizden faydalanmalarını sağlamak için sürekli denize taşıyıp, Lara'ya denizi sevdirip Dalya'nın denizdeki akrobatik hareketlerine cevap vermeye çalışan bir tempoda bir nevi ağır kölelik halinde geçirdim. Lara'nın peşimden ayrılmaması, benim aralıksız koşuşturmam ve annemle babamın hayatına getirdiğimiz rengin yanısıra yarattığımız yorgunluğun sonucunda iki haftamızı tamamladığımızda artık bunun bir tatil olmadığı konusunda hepimiz hem fikir olmuştuk.

Bu sürenin sonrasında mucizevi bir şekilde anneannesinin yanına yaklaşmasına izin veren Lara eşimin tatil için bize katılmasıyla her şeye alışmış bir şekilde onu karşıladı. Nihayet Dalya'nın koşuşturmalarını devralan eşim ve Lara'nın bahçe gezmelerini yapan babam ve en sonunda Lara'yla oynama şansı olan annemin katkılarıyla benim biraz soluklanma şansım oldu. İlk fırsatta kendimi doğaya vererek deniz kokusunu içime çektim, kumda yürüdüm ve korkunç sıcak günlere rağmen güneşe şükrettim.

Kendime ayırmaya çalıştığım kısa kaçışların yanı sıra bolca kızlarımın deniz, güneş, kum ve toprakla bütünleşmelerini ve ailemle kaynaşmalarını izledim. Mutlu oldum.

Güneşi, denizi, doğası, muhteşem sebze ve meyveleriyle ülkemizdeki bolluğa ve çeşitliliğe bir kere daha hayran kalarak ayrıldık Ören'den. İstanbul'da geçirdiğimiz son 10 günde babaanne, hala, kuzenler, dayılar ve arkadaşlarla kaynaşarak geçti. Çoluklu çocuklu bir iki hoş arkadaş toplantısı, bir iki güzel İstanbul köşesi kaçamağı ve vapur sefası çok iyi geldi. Yaz tatilinden dolayı göreceli olarak İstanbul'un boş olması ve havanın biz oradayken serinlemesi İstanbul günlerimizi daha da keyifli kıldı.

Sonuç olarak biri büyük biri küçük iki çocuğun birbirinden çok farklı ihtiyaçlarını sürekli karşılama çabasının yarattığı yorgunluğa rağmen Türkiye tatili aile, arkadaş, deniz ve güneşiyle bize iyi geldi. Böylelikle bir yaz tatilini daha geride bıraktık.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Bir Okul Yılı Daha Bitiyor...


İngiltere'de bir okul yılı daha bitiyor. Türkiye'ye gore daha az yaz tatili var okulların burada: toplam 6 hafta. İngiltere'de yazların çok sıcak olmamasına bağlı olarak çocukların okuldan çok uzun süre ayrı kalmaması için 6 hafta tatil uygun görülmüş. Özel okulların çoğu tatil oldu bile, ama devlet okullarının bir kısmı bu hafta, geri kalanı da önümüzdeki hafta içinde tatile girecek. Dalya'nın okulu önümüzdeki hafta Salı günü kapanıyor mesela.

Dalya okula başladığından bu yana her sene Haziran sonu ve Temmuz ayı olağan dışı bir yoğunluk olur hayatımızda. Bütün sene devam edilen okul sonrası aktivitelerin yıllık gösterileri, okulda yaz festivali, spor günü, okul raporlarının (Türkiye'deki karne) verilmesi, yeni sınıf ve öğretmenle tanışılması, öğretmen hediyesi için para toplamalar, yıl sonu bir araya gelmeler vs.  Tüm bunlar zaten farklı bir koşuşturma içinde olduğumuz Türkiye yaz tatilimiz öncesine denk geldiği için, aynı Noel dönemindeki gibi, inanın bu dönemde herşeyi bırakıp hep bir kaçmak istiyorum ben. 

Dileğim bu olsa da, burada olup bunca koşuşturma içinde içimi kaplayan karmaşık duyguları yaşamak da istiyorum tabii ki.  Kızım bir yıl daha büyüyor, sorumlulukları ve yüklerinin daha bir arttığı bir okul yılına başlayacak ve dolayısıyla oyuna daha az zaman ayıracak olması üzüyor beni. Öte yandan biraz daha büyüyüp kendini daha bir bilecek olması ve kendi kendine daha yetebiliyor olması da hoşuma gidiyor. Karışık duygular anlayacağınız.

Başka heyecanlarımız daha var. Dalya'nın okulunda iki senede bir aynı yılın öğrencilerinin sınıfları karıştırılıyor, her sene de öğretmen ve sınıf değişiyor. Dolayısıyla her sene sonunda yeni öğretmenin kim olacağı ve her sene başında da yeni öğretmenle uyumun olup olmayacağı heyecanını yaşıyoruz biz.

Bir okul yılını daha bitirirken evde de hummalı bir çalışma devam ediyor. Elimize yeni ulaşan bu yılın sınıf arkadaşları ve öğretmeni ile çekilen fotoğrafı bir öncekinin yerini alıyor; Dalya'nın odasında bu ders yılından kalan evraklar temizleniyor; öğretmene teşekkür kartı hazırlanıyor ve bir klasiğimiz olan okul sonrası aktivitelerini en çok sevdiğinden en az sevdiğine doğru sıralıyor  Dalya. Her sene sonunda bunu yaparak bazı aktivitelerini eleyip bazılarının saatini artırmayı hedefliyoruz. Bu sene de en sevdiğinin saatini artırmaya karar verdik, en az sevdiğini ise bırakmak istemedi -çok emek verdiği için. Sonuç olarak hepsine devam dedi Dalya.

Okulun son haftası okul sonrası aktiviteleri yok, ödev yok. Sadece okula gidip gelerek seneye birlikte olmayacağı öğretmen ve arkadaşlarıyla ders kaygısı olmadan zaman geçiriyor çocuklar. Böyle bir haftada okul sonrası da Dalya'nın tercih ettiği şeyleri yapmaya çalışıyoruz.  Hayatımızın Dalya etrafında geçiyor anlayacağınız.



Biri Lara mı dedi? Lara mı ne yapıyor bu arada? Lara da bebek arabasıyla bize takılıyor,  ablasının arkadaşları ile sosyalleşiyor, öpücük verme denemelerinde bulunuyor, müzik duyduğunda sallanıyor, her gördüğü gülen yüze el sallıyor ve bir an önce ablasına yetişmeye çalışıyor. Ve iki kızım da Türkiye tatiline hazırlanıyor. Bizden haberler böyle. Bizi takip eden herkese gönlünce bir tatil diliyorum. Sevgiyle kalın...




24 Haziran 2015 Çarşamba

Yeni Yürümeye Başlayan Çocuklarda Düşmeye Dikkat!


Lara'nın 3 haftadır alçıda olan kırık bacağı dün akşam açıldı. İyileştiğini söylüyor doktor ama benim için buna inanmak zor. O kadar alışmışız ki Lara'nın alçılı bacağına doktor açılacağını söyleyince "1-2 hafta daha alçıda kalsın doktor bey" diyecektim neredeyse.  Yerinde durmayan,  kıpır kıpır bir dönemde olan bir çocuğun nasıl yeni iyileşmiş kırık bacağını sağlam tutarım diye kaygılanıyorum şimdi ben tabi. Bir hafta gözlem halinde olacağız bir ağrı sızı olursa tekrar doktorla görüşeceğiz.
Tatsız da olsa böyle bir tecrübeyi yaşamamız yine bize çok şey öğretti. Yürümek üzere olan veya yeni yürümeye başlayan çocuklarda bu tür kırılmaların çok kolay olabildiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. İstemeden de olsa biz bu tecrübeyi edinmişken sizleri de bu konuda bilgilendirmek istedim. Son 3 haftadır yaşadıklarımız şöyle:
3 hafta önce Lara gece uykusu öncesinde, yatağın kenarında ayakta dikilirken, gözümün önünde, birden dengesini kaybetti ve arkaya doğru düştü. Yatağın yerden yüksekliği, düştüğü yerin halı olması ve düştükten sonraki tepkisiz halini dikkate alarak ilk anda bir zarar görmediğini düşündüm.  Ancak elleri yatak örtüsüne tutunmuş bir şekilde düşmüştü. Sanırım düşmemek için bayağı bir uğraştı ama başaramadı. Yanına gidip yerden kaldırdığımda normalden oldukça yüksek bir sesle ağlamaya başladı. O zaman kolunun  çıkmış olduğunu düşündüm. Ağlama şiddetlendi ama ağlaması için çok neden vardı;  öğleden sonra uyumamıştı, uyku saati geçmişti, üzerine bir de yere düşmüştü. Kucağıma aldım, hala ağlıyordu. Kollarını yokladım tepki vermedi, bacağına bir şey olmuş olabileceği hiç aklıma bile gelmedi. Emzirmemle birlikte ağlama şiddeti azaldı ve bir süre sonra uykuya daldı. Gece boyunca ara ara uyandı ağladı, ama her gece olduğundan farklı değildi. Yine de birşeylerden huylanmıştım. Eşimle sonrasında durum değerlendirmesi yaptık: kırık veya çıkık olsa ağrıdan uyuyamayacağına kanaat getirerek geceyi geçirdik.
Sabah normalden fazla uyudu. Sabah beslenmesi, bakımı ve giyinmesi bittikten sonra her zaman yaptığım gibi onu yatağın kenarına ayakta diktiğimde sol ayağının üstüne basmak istemediğini farkettim. Yere oturttuğumda ise normal zamanda hiç yerinde durmayan Lara'nın kımıldamadığını gördüm.  Kollarında kesin bir sorun yoktu ama sanki ayak bileği civarında bir sıkıntı var gibiydi. Farklı nedenlerle sayısız 'Acil'e gitme tecrübelerimizde saatlerce orada bekleyip mikrop kapma deneyimlerimizden sonra kesin bir sorun olduğuna kanaat getirmeden oraya gitmeme konusunda kararlıydım. Sabah uykusundan sonra hala iyi görünmüyorsa gidecektim. Sabah uykusundan sonra keyfi daha iyiydi ama ayakta durmak istemiyor, yerde de kımıldamadan sabit oturuyordu ki bu hiç normal değildi.  Bir kas incinmesi veya çıkık olabilir düşüncesi  ile sadece içim rahat etsin diye onu 'Acil'e götürmeye karar verdim. Uzun bir bekleyiş sonrası doktor muayenesi ve sonrasında çekilen filmde kaval kemiğinde kırık olduğu ortaya çıktı. Tüm bacak alçıya alındı. Bu geçici alçıydı. 10 gün sonrasına doktor randevusu verip sonrasında kalıcı alçı yapılacağını söylediler. Lara'nın bacağında şişlik ve morarma yoktu ama kalıcı alçı öncesinde önlem olarak 10 günlük sürenin geçmesi gerekiyormuş.  Doktor toplam alçı süresinin 4-6 hafta olabileceğini söyledi.

Benim için büyük bir şoktu bu durum. Şişme, morarma gibi bir durum olmadan sadece önlem için gitmiştim doktora ama tüm bacak alçılı bir şekilde eve dönüyordum şimdi. Bacağın kırık olması bir yana heyecanla ve merakla yeni yürümeye çalışan 13 aylık bir bebeğin alçılı bacakla bu kadar uzun bir süre nasıl hareket edeceğini düşünmek beni daha da çok üzüyordu. Ama düşündüğümüz kadar zor olmadı hiçbir şey.
Eve geldiğimizde onu yere bıraktığımızda hemen hareketlenip dolaşmaya başlamıştı bile. Duruma hemen uyum sağlamıştı. Evdeki tüm 'tight'larının tek bacağını kesip yeni tarzına uyarladım Lara'nın. Ancak bizi zorlayan onun hareketliliği sonucunda 4 günde 3 kere geçici alçıyı çıkarmayı başarmasıydı. Her gün elimde çıkan alçı, kucağımda kırık bacaklı bebek ile 'Acil'e gidip yenisini yaptırmak sıradan bir faaliyet olmuştu benim için. En sonunda doktor kontrolümüz öne alındı. Lara'nın bacağında şişlik ve morarma da olmadığından  kalıcı alçısı  5.gününde yapıldı. Sonrasında daha rahat ettik. Yeni alçısıyla Lara'ya rahat bir şekilde banyo yaptırabiliyorduk. Esnekliği ve hafifliği nedeniyle Lara ayağa bile kalkabiliyordu. Ablası Dalya'nın seçtiği mor renkli çorap görüntülü alçısıyla yeni tarzı ona çok da yakıştı. Tabi bu demek değil ki alçısız halini özlemedik. Çok özlemişiz. Lara şimdi bir günlük alçısız bacağa da uyum sağlamış görünüyor. Bu çocuklar inanılmaz.
Bizdeki son durum bu. Yaptığım okumalar da bu tür durumların çok yaşandığı ve tanı konulması ve tedavi şeklinde doğru yol izlendiği konusunda bizi rahatlattı. 9 ay 3 yaş aralığında görülen bu tür kırıklar (toddler fractures) yeni ayaklanan çocukların bacak kemiklerinde artan stres sonucunda olurmuş ve farketmek de tanı koymak da hiç kolay değilmiş. En önemli belirtiler kırık olan bölgede ağrı olması, o noktaya vücut ağırlığını vermek istememeleri, aksama, şişlik, morarma ve huzursuz olmalarıymış. Bu belirtilerin çekilen filmde kırığın görülmesi ile de desteklenmesi şartmış. Kırık ilk filmde görünmese de 1-2 hafta sonra mutlaka görünürmüş. Tedavi tüm bacağın alçıya alınması ve iyileşme süresi ise 3-4 hafta arasında değişirmiş. Bunların hepsi bizim tecrübemizle doğrulanıyor. Lara'nın doktoru muayene sonrasında film öncesinde "kırık olma ihtimali yüksek ama bunu filmde hemen göremeyebiliriz, eğer göremezsek haftaya tekrar film çekeceğiz göremezsek sonraki hafta tekrar..." demişti. Allahtan ilk filmde görülebildi bizim kırık ama görülemeyebilirdi de.
Bebekliğinden bu yana çok hareketli olan ve sayısız kere düşmüş 8 yaşında bir çocuğu olan bir anne olarak Lara'nın  kırığına hala şaşkınım ama iyi ki önlem olarak onu doktora götürmüşüm diyorum. Bu yazımı da sizleri uyarıp "çocuktur düşe kalka büyür" diyerek basit düşüşleri hafife almamanız için yazıyorum. Çocuklarımıza düşmemeleri için "dur, hoplama zıplama, düşersin" demek komik ve saçma ama gerekli önlemleri almamıza rağmen yaşanan bir düşüşten sonra  onları iyice gözlemleyip sonraki doğru adımı atmak elimizde.  Bu tür kazaların kimsenin başına gelmemesini dileyerek, herkese bol sağlıklı günler diyorum...
Kaynak:
http://radiopaedia.org/articles/toddler-fracture
https://en.wikipedia.org/wiki/Toddler's_fracture




 


 

3 Haziran 2015 Çarşamba

Uykusuz Annenin Çılgın Düşünceleri


"Çok zaman oldu yazmayalı yine. İki çocuklu hayatla biraz ayarım bozuldu kabul ediyorum. İlk anne olduğumdan 8 sene sonra yine uykusuz bir bebekle mücadele eden  bir halde buldum kendimi. Üstelik bu sefer gündüz tam dikkat ve ilgi bekleyen 8 yaşında da bir çocuğum var. Yani dinç olmalıyım ve de uyanık. Böyle bir tempo içinde gündüzleri bebek arabasıyla yolları arşınlarken neler yazacağımı düşünüyorum bir yandan. Evet ama bir yandan da keşke evde uyusa da ben de biraz dinlensem demekten de kendimi alamıyorum. Gündüz uyumayıp gece uyusa bari o zaman yazarım diye düşünürken, geceleri de ayrı bir uyanma temposu yaşadığımızdan, her fırsat bulduğumda uyumak oluyor tercihim. Bu fırsat da iki uyanma arasındaki tatlı gece uykuları oluyor tabii ki. Bu durumda gece de yazamadığım için yazmak daha sonraya erteleniyor hep, başka bir zamana...



İlk anneliğimde peşimi bırakmayan çılgın düşünceler de kapımı çalmıyor değil ara ara. İtiyorum aklımdan özenle onları, yok etmeye çalışıyorum güzel düşüncelerle. "Ne yapıyorsun sen? Yine kendine zaman ayıramıyorsun bak. Üstelik bu sefer iki çocuktan hiç ama hiç zaman kalmıyor kendine. Hani okumaların, yazmaların? Tam da çok keyif aldığın bir işle meşgul olmaya başlarken oldu mu bu şimdi yani? ..."


Off off! Tam can evimden vuruyor bu çılgın düşünceler beni. Sarmayın etrafımı şimdi, rahat bırakın  beni. Bu uykusuzluk çok fena, hep onun yüzünden çıkıyorlar ortaya. 'Tık'tan uyanan, zor uyuyan, az uyuyan ikinci çocuk sinirleri harap etmeye birebir. Ondan geri kalan zamanda da "benimle oynar mısın anne" veya "bana kitap oku anne" diyen ikinci çocuk var. Yetmeye çalışıyorum ama yetemiyorum. Geriye kalan yorgun, bitkin, yılgın Tuba oluyor. O yüzden vuruyorum kendimi yollara. Yağmur, çamur, çicek, böcek demeden yürüyorum sürekli. Evde kalırsam beni esir alacak olan bu düşünceleri böylelikle atıyorum bir kenara, bu sefer yenik düşmeyeceğim onlara. Evet vaktim yok kendime çünkü dolu düzgün bir annelik serüveni yaşıyorum yine. Ama geçecek, bitecek, bir bebek daha büyüyecek, bir çocuk daha girecek gençlik yoluna. Sağlıklı bir ruh ve beden lazım bana, onlara bir ömür annelik yaparken kendimi yaşamam için, okuyup yazmam için. Uzak durun benden. Bu sefer biliyorum. Oyununuza gelmeyeceğim düşünceler, bu sefer olmayacak..."

Diye yazmıştım tam neredeyse bir hafta önce, ertesi gün yayınlayacaktım yazımı. Nereden bilebilirdim beni yeni bir zorluğun daha beklediğini tam bir gün sonra. Evet, bu yazıyı yayınlayacağım gün Lara evde yumuşacık bir şekilde düştü. Ufak bir incinme, minicik bir burkulma olmuştur diye düşünürken ben, maalesef bacağı kırılmış. Bir haftadır onunla yeni hayatımıza uyum sağlamaya çalışıyoruz. Yine de bu yazımı yayınlamadan yapamadım. Kırıkla ilgili detaylar bir sonraki yazımda. Ama şunu söylemeliyim ki uykusuz annenin çılgın düşünceleri itildi bir kenara, yok oldu adeta. Şimdi sadece sarılıp yavrusunun sıcaklığına bu kadarına şükreden bir anne var, o kadar...





28 Nisan 2015 Salı

Okul, Yardım ve Dans...



Lara'ya hamileliğimin son bir iki haftasıyla başlayan ve sonrasında onu dünyaya getirdikten sonraki dönemde ana işim sanki sadece onu "büyütmek" oldu. Daha önce Dalya'nın neredeyse tüm koşuşturmaları (okula bırakıp almak, aktivitelerine götürüp getirmek) benim tarafımdan yapılırken bu süreçte destek kuvvetler devreye girdi ve ben de doğal olarak onun okul ortamından uzaklaştım. 
Bir önceki Cuma akşamı bir yılı aşkın bir süredir Dalya'nın okulunda devam eden inşaat çalışmalarının sona ermesiyle birlikte yeni okulun açılış kutlaması vardı. Biletleri aylar önce satışa çıkarılan kutlama geleneksel halk dansı (barn dance) konseptinde olacaktı. Öncesinde fazlaca planlama gerektirdiğinden aslında gitmeyi çok istemediğim  ama Dalya için oldukça önemli olan bir kutlamaydı bu. Benim için önemi ise Dalya ile kız kıza gideceğimiz ve bebek uyutma, emzirme, yedirmeden dolayı herhangi bir kesinti olmadan geçireceğimiz bir anne-kız zamanı olmasıydı.  Hazırlandık, Lara'yı babaya bıraktık ve gittik.


Okula adım atar atmaz yine o renkli, eğlenceli aile günlerinden biri olacağını anladım. Meğer ben bunca zamandır o kadar kopmuşum ki kızımın okulundan -bunda inşaat faaliyetlerinden dolayı azalan okul aile birliği (PTA) çalışmalarının da etkisi var tabii ki- gerçekten eğlence faktörünü göz ardı etmişim.

Geçen 3 yıl içinde okula para toplamak için gönüllü olarak pişirip sattığım kekler,  okul panayırlarında hazırlayıp sattığım meyve suları (smoothie), kıyafet değiştirme standında giydirdiğim çocuklar, Noel panayırında sattığım hediyelik eşyalar, Noel Baba'yı görmek üzere mağarasına taşıdığım çocuklar... Aynı okula giden çocukları için daha iyi şartlar sağlamak için çabalayan anne ve babalar ile paylaştığımız o birlik beraberlik ruhu ile ortaya çıkarılan muhteşem eserler, eğlendirilen çocuklar, geçirilen keyifli aile anları. Hepsini unutmuşum meğer.  Birden kendimi yine 3-5 anne babanın hayranlık verici çabası ile ortaya çıkan 2 saatlik muhteşem bir aile eğlencesi içinde buldum.

Kutlama için işlerinden erken çıkmış ebeveynler, gün içindeki diğer rollerinden sıyrılmış, ünvanlarını, koltuklarını bir kenara bırakmış, sadece anne ve baba olarak giyinmiş süslenmiş çocuklarının elini tutmuş ve gelmiş okulun açılışı için eğlenmeye.

Gözler ışıl ışıl, başladı herkes bilmediği bir türde dans etmeye. Okulun çılgın müzik öğretmeni elinde mikrofon dans komutları verdikçe benim de kendimi dans eden kalabalığın içinde bulmam çok gecikmedi. Tanımadığım ama gözümün aşina olduğu bir anne ile ele ele tutuştuk önce, sonra daha önceden göz aşinalığım bile olmayan komik kostümlü bir baba ile, sonra da Dalya ve onun gibi minik elli diğer arkadaşları ile. Bilmiyorduk hiçbirimiz o dansı ama yine de denedik, birbirimizin ayağına bastık, güldük, sohbet ettik ve hep beraber bizim yaptığımız minik yardımlarla tamamlanan yeni sınıfları, kütüphaneleri ve müzik odalarını kutladık. Biz yapmıştık evet, yenilenmiş okul hepimizin eseriydi (kimimizin belki daha çok).

İngiltere'de eğitim sisteminde memnun olmadığım bir sürü nokta var  ama diğer okullarda nasıl olduğunu bilmesem de Dalya'nın okulundaki ailelerin dayanışması ilk günden beri hep etkiledi beni. Sivil toplum bilinci ile oluşturulan bireylerin dayanışmasının  toplumsal yaşamı nasıl şekillendirebileceğine ilişkin çok başarılı örnekler oluşturuyor bu okul bence. Her şey devletten beklenmiyor veya devletten elde edilemiyor diye "elimizdeki buymuş bununla yetinelim" denmiyor. Hiçbir bireysel kazanç beklentisi olmayan salt kamu yararı amacı güden anne-babaların çalışmalarıyla azar azar büyüyen, çok güzel eserler çıkıyor ortaya. Ortaya çıkan faydalı eserlerin yanısıra muhteşem aile eğlenceleriyle de çocuklarımızın okul anıları ölümsüzleşiyor.

O gece eve daha önceden gayet iyi bildiğim bir duyguyu tekrar hissederek döndüm: aidiyet ve şanslılık. Kendimi bu topluluğa ait hissediyorum ve de şanslı.  Ayrıca biliyorum daha öğrenilecek çok şey var... 

23 Nisan 2015 Perşembe

Çocuktum, Çocuktun, Çocuktu...

Çocukluğumun 23 Nisanları okulumuzda sadece o tarihte düzenlenen çocuk baloları ile anlam bulurdu. Annemin öğretmen olduğu okulumuzdaki her çocuk balosuna katılırdık mutlaka. Annem bazen yardım ederdi baloya, bazen de sadece katılımcı olarak bulunurdu. Arkadaşlarımla doğum günleri dışında  eğlenmek amacıyla bulunduğumuz başka bir organizasyon olmadığı için öncesinde ince ince planlar yapan bizlere büyük bir mutluluk veren bir gündü 23 Nisan. Ötesini berisini bilmezdik bizim günümüzdü ve eğlenecektik o kadar...Ve eğlenirdik de...
Balodan sonra eve gelir, TRT televizyonlarında dünyanın dört bir yanından gelen dünya çocuklarının dans gösterilerini izler, o çocuklardan birini evimizde ağırlamanın ne büyük bir keyif olacağını düşünür derin bir iç çekerdim ben.
Her 23 Nisan, çocuk bayramı olmasından daha da öte tarihsel önemi ve anlamsal ağırlığının farkında bile olmayan biz çocukları yaşattığı içsel kıpırtı ile mutlu etmeyi başarırdı. Ve sonra bütün bir sene bir sonrakini beklerdik...
Şimdi iki kız çocuğu olan bir anne olarak memleketinden kilometrelerce uzakta çocuklarımı özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi evrensel ilkeler ile büyütmeye çalışırken neyi neden kutladığımızı da anlatmaya çalışıyor,  farklılıkları garipsemeyen, kucaklayan, birbirini dinleyen ve anlamaya çalışan bireyler olmaları için  uğraşırken içlerindeki çocuğu büyütmeden büyümeleri için çabalıyorum. Çünkü iyilik, güzellik çocukken öğrenilir, büyüdükçe yenileri  onların üzerine inşaa edilir. Çünkü ben de bir zamanlar çocuktum, sen de, o da... Belki bunu daha sık hatırlamalıyız. Aynen Antoine de Saint-Exupéry'nin söylediği gibi "Tüm büyükler bir gün çocuktular, ama bunu sadece birkaçı hatırlar".  
23 Nisan Çocuk Bayramınız kutlu olsun!!!

15 Nisan 2015 Çarşamba

Çocuğumun Öğretmenine Benzemesi Onun Okuldaki Başarısını Etkiler mi?





İngiltere’de ilkokulda 4. yılında olan bir çocuk annesi olarak içinde büyümediğim, dolayısıyla, yabancı olduğum eğitim sistemini sürekli sorgular haldeyim. Türkiye’de olsan da şu anki eğitim sistemine yabancı olurdun merak etme” diyen sesinizi duyar gibiyim. Biliyorum pek çok şey bizim çocukluğumuzdaki gibi değil hiçbir yerde, ayrıca bizim çocukluğumuzdaki eğitim sisteminin de iyi olduğunu savunuyor değilim. Biliyorum ki hepimiz bir anlamda yabancıyız bugünkü eğitim sistemine; ama kimi şeyler burada gerçekten farklı.

Söz gelimi her sene çocukların öğretmeni değişiyor veya her okulda böyle olmasa da bizim okulda iki senede bir aynı yıl sınıf öğrencilerinin sınıfları karıştırılıyor. Dolayısıyla çocuklar ne öğretmenleri ne de arkadaşlarına çok bağlanamıyor. Bu pek tabii ki bilinçli bir politika. Çocukların duygusal bağlardan erkenden sıyrılıp daha gerçekçi bireyler olmaları, ayaklarının yere daha sağlam basmalarını sağlamak esas amaç. Yan amaçlardan en önemlisi de öğrencilerin farklı öğretmenler tarafından değerlendirilmesini sağlayarak öğretmen önyargılarından soyutlanan bir sisteme ulaşmak olabilir diye düşünüyorum.  Yoksa bu mu esas amaç? Bilmiyorum...

Ben bunları neden bu kadar düşünüyorum? Çünkü benim kızım için duygusal bağ oldukça önemli. Sadece müfredata ilişkin hedeflerini yakalamaya çalışan, mekanik bir şekilde ders anlatan, mesafeli öğretmenlerle mutlu olamıyor kızım ve bu durum bence sınıftaki başarısına da yansıyor. Geçen seneki, herkesin çok tercih ettiği, akademik olarak çok başarılı, muhteşem öğretmeniyle hem kızım hem de biz, tüm çaba ve isteğe rağmen, o bağı kuramadık. Oysa bu sene okula nasıl istekli gittiğini ve öğretmeninin ondaki olumlu etkisini görünce keşke okula hep bu öğretmenle devam edebilse diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Oysa madalyonun bir de öteki yüzü var, ya sevmediği bir öğretmenle (ya da onu sevmeyen) okula devam etmek zorunda kalsa? O zaman ne acı verici olur.
Ben bunları kendi kendime kurar düşünürken, yakın zamanda yayınlanan öğretmen ile öğrencisinin kişilik benzerliğinin öğretmenin öğrencisinin başarısını değerlendirmede etkili olduğunu gösteren ilginç bir çalışmaya denk geldim. 
Almanya'nın Bamberg şehrinde Otto-Friedrich-Universitesi'nde araştırmacı olan ve bu çalışmayı yürüten Tobias Rausch öğretmenlerin görüşlerinin oluşumu ve dolayısıyla görüşlerindeki önyargılar hakkında çok az şey bilindiğini düşünerek böyle bir araştımaya gerek duymuş. Araştırmanın sonucu öğretmenlerin görüşlerinin genelde doğruyu yansıtmadığını gösteriyor.
Almanya'da 8. sınıfta okuyan 294 öğrenci ve 93 öğretmen grubunu inceleyen araştırmada katılımcıların hepsine dışa dönüklük ve uzlaşmacılık gibi temel kişilik özelliklerini ortaya çıkarmayı amaçlayan bir test uygulanıyor. Sonrasında öğrencilere okuma anlama ve matematik testi de uygulanıyor. Test soruları öğretmenlere de gösteriliyor ama onlar testi uygulamıyor. Öğrenciler testi bitirdikten sonra öğretmenlere iki soru soruluyor. Birincisi “bu çocuk ortalama bir 8. sınıf öğrencisine göre ne kadar iyi?” İkincisi ise “bu testte ne kadar iyi yapacak? “ İlk soru genel görüş , ikincisi  ise konuya özel görüş içeriyor. 
Şaşırtıcı olmayarak araştırma öğretmenle öğrenci ne kadar biribirine benziyorsa  öğrencinin öğretmen tarafından o kadar yüksek derecelendirildiğini ortaya çıkarıyor. Bu etki öğretmenlerin öğrencilerin okuma ve matematik testlerindeki başarılarını ölçtüğü konuya özel testlerde  görülmüyor. Sadece  onların genel yeteneğinin ölçüldüğü soruda görülüyor bu da zaten onları ne kadar sevdikleriyle ilgili.  Başka bir deyimle testten aynı sonucu alan iki öğrenciden öğretmenin daha çok sevdiğinin daha zeki olduğunu düşünmesi gibi.
Araştırmayı yapan Raush bu bulguyu iki açıdan önemli buluyor.
Birincisi öğretmenin farklı bir sürü şekilde olabilecek önyargısı adaletsiz olarak bazı öğrencileri geriye atabilir.  Israel’de yakın zamanda yapılan bir araştırmada benzer bir sonuca ulaşılmış. Öğretmenler ile öğrencilerin ortak ırk ve sosyo ekonomik duruma sahip olmalarına özen gösterildiği bu araştırma öğretmenlerin öğrencilerin cinsiyetini bilmeleri durumda kızlara matematikten daha düşük not verdiklerini göstermiş. 
İkincisi ise, Raush’un belirttiği şekilde, bu çalışma öğretmenlerin standardize değerlendirmeye dayanan bütünleyici ölçüm yapmalarının veya en azından öğrencinin kendi öğretmeni tarafından derecelendirilmediği değerlendirmeye tabi tutulmasının  önemini ortaya çıkarıyor.
Bu gibi durumları aşmak için Raush öğretmenlerin önyargılarını farketmeleri için onları eğitmeye biraz daha fazla zaman ayırmanın iyi bir fikir olabileceğini söylüyor. Ona göre “Öğretmenlerin öğrencilerinin yeteneklerini değerlendirme şekillerinin ve önyargılı görüş ve eğilimlerinin farkındalıklarını artırmak en iyi yoldur”. 
Bu araştırma kızımın okuldaki her yıl değişen ilgi ve başarısının öğretmeni ile arasındaki benzerlikten veya farklılıktan kaynaklandığını düşünmeye yönlendirdi beni. Ama şu unutulmamalı ki bu araştırma sadece bir örnek, genellenemez. Ayrıca öğretmenlerin sevmediği öğrencileri kasıtlı olara geride bıraktığı anlamına da gelemez. 
Ancak şu bir gerçek ki bu araştırma önyargıların farkında olunması ve onlarla savaşmaya çalışmanın önemini ortaya çıkarıyor. İnsan görüşü ne de olsa insan tarafından verilir ve bilinçsiz önyargı insan doğasının bir parçası maalesef. Ama güzel taraftan bakarsak her başarısızlık veya mutsuzluk durumunda bunun kaynağını çocukta aramamak, onun yerine bu sonucun altında yatan başka nedenleri irdelemek gerektiğini görmek bence bu araştırmanın oldukça olumlu bir sonucu.

Kaynak
http://www.npr.org/blogs/ed/2015/02/22/387481854/if-your-teacher-likes-you-you-might-get-a-better-grade


Not:  Bu yazı 15.04.2015'de Alternatif Anne'de yayınlanmıştır. http://alternatifanne.com/okul-ogretmen-basari/








30 Mart 2015 Pazartesi

İngiltere Okullarında Cinsel İstismar Eğitimleri


İngiltere’de şu sıralar artan çocuk istismarı vakalarını azaltmaya yönelik ülke çapında ne yapılabileceği konuşuluyor fazlaca. Bunda son yıllarda ülkenin farklı şehirlerinde sistematik bir şekilde, yıllarca, cinsel istismara uğrayan yüzlerce çocuk olduğunun art arda ortaya çıkmasının etkisi de büyük. İstismara uğrayan çocuk sayısının yadsınamayacak kadar fazla ve istismar süresinin oldukça uzun olması bir tarafa, asıl endişe verici olan bu çocukların bir kısmının devlet bakım evlerinde kalıyor olması ve bir kısmının da yaşadıklarını polise ve belediyede çocukları korumadan görevli olan bölüme iletmiş olmalarına rağmen istismarın görmezden gelinmesi veya bir anlamda göz yumulması.


Yaşanan bu olaylar sonucunda gençlerin kendilerini ve başkalarını nasıl korumaları gerektiğini okulda öğrenmeleri gerekliliği tartışılmaya başlandı. Bu doğrultuda  Eğitim Bakanı Nicky Morgan bir gönüllü kurum olan Kişisel, Sosyal, Sağlık ve Ekonomik Eğitim Birliği’ni görevlendirerek (Personal,Social, Health, Economic Education Association) (PSHE) öğrenciler cinsel açıdan aktif yaşa gelipte çok geç” olmadan okullarda “tecavüz” ve “cinselliğe rıza” (verilmesi/verilmemesi hakkında bilgilendirilmelerini sağlayacak bir kılavuz oluşturmalarını önerdi. Hükümet tarafından kabul edilen bu çalışma kapsamında PSHE tarafında hazırlanan materyaller doğrultusunda okullarda 11 yaş ve üstü öğrencilere “tecavüz” ve “cinselliğe rıza” konularında ders verilmeye başlanacak. Bu derslerde gençlere, söz gelimi, baştan çıkarıcı giyinmenin veya beraber içki içip sarhoş olmanın cinselliğe rıza anlamına gelmediği öğretilecek. 
İngiltere’nin devlet ve özel tüm okullarını kapsayacak eğitim, gençlerin içinde yaşadıkları toplumu daha iyi anlamalarını sağlayarak daha bilgilendirilmiş kararlar vermelerini mümkün kılarak daha güvenli yaşamalarını amaçlıyor.
Aynı zamanda Kadın ve Eşitlik Bakanı olan Morgan okul kapılarında bekleyen annelerin kızları için endişlerini kendisiyle paylaştıklarını ve onların okul hayatı ve ergenliğin sıradan sıkıntılarından daha çok kızlarının nasıl sağlıklı bir ilişki kurulacağı ve nasıl “hayır” denileceği konularında bilgilendirilmelerini istediklerini dile getirdi. 
Morgan “cinselliğe rıza”  konusunun yaşa uygun olarak ele alınması gerektiğini belirterek “...ne zaman rıza gösterileceği, ne zaman gösterilmeyeceği, rıza gösterilmediği zaman, bazı şeyler sınırları aştığında kime bildirilmesi gerektiği bunların hepsinin çok önemli olduğunu... Ayrıca okulların bunu iyi öğretmek için kendilerine güvene ve gerekli araçlara sahip olmaları gerektiğini” ifade ediyor.
11-16 yaşa odaklanan PSHE’nin “tecavüz” ve cinselliğe rızaya” ilişkin yakın zamanda çıkaracağı bilgilendirme belgesinde yer alacak ana başlıklar başkalarının haklarına saygı gösterme, iletişim, uzlaşma ve başkalarının karar alma özgürlüğü ve kapasitesini dikkate almak. Gençlerin bu yolla 16 yaşının altında cinsel faaliyetin yasal olmadığını da öğrenmeleri hedefleniyor. 
Söz konusu derslerin müfredatın bir parçası olmasını dileyen PSHE, Paskalya Bayramı sonrası okullara tanıtılması beklenen kılavuzda “cinselliğe rızaya” dair: "...eğer rıza bilgilendirildikten sonra açık, aktif ve istekli bir şekilde verilmediyse rıza verilmediği kabul edilmelidir..." açıklamasının yer aldığı belirtiliyor.
Ben şahsen bu eğitimin oldukça faydalı olacağını düşünüyorum çünkü bu tür konular ne kadar çok konuşulur, gençler ne kadar bilgilenirse bu tür istismarların o kadar azalacağına inanıyorum.
Kaynak

Not: Bu yazı 30.03.2015'de Alternatif Anne'de yayınlanmıştır.
http://alternatifanne.com/uk-cinsel-istismar-egitimi/


24 Mart 2015 Salı

Eyvah! Çocuğum Ateşli...



Biliyorum ateş denince çocuklu herkes diken diken oluyor. Tüm anne babaların korkulu rüyası ateş. Ama aslında nasıl baş edeceğini bildiğin sürece çok endişe edilmemesi gereken, bebeklerde ve çocuklarda çok sık rastlanan bir durum. 6 ay 5 yaş arası çocuğu olan ebeveynlerin %60’ı çocuklarının en az bir kere ateşlendiğini belirtiyor.
Ebeveynlikle ilgili her konuda olduğu gibi bu konuda da ne kadar okursan oku kendi çocuğunla kendi deneyimini yaşamadan gerçekten anlıyamıyor insan ateşle mücadelenin ne kadar korkutucu olabileceğini. Biz ilk kızımda bademcik enfeksiyonu nedeni ile çok uzun süre ve çok sık yüksek ateşle mücadele ettik. Yakın zamanda küçük kızımda da farklı bir yüksek ateş durumu yaşadık. O nedenle ateş konusunda kendi deneyimlerim ve bilimsel olarak sunulmuş genel bilgilerin ana başlıklar halinde üzerinden geçmenin faydalı olacağını düşündüm.

Yüksek Ateş Kaçtır?
Genel kural olarak çocuklarda 37.5 C (99.5 F) üstü yüksek ateş olarak kabul ediliyor. Ebeveyn olarak bizler için bu durum çok endişe verici olsa da genelde  çoğu ateşli hastalıklar herhangi bir müdaheleye gerek olmadan atlatılıyor.
 
Ateş Neden Olur?
Ateş genelde öksürük, soğuk algınlığı gibi hafif bir viral enfeksiyondan kaynaklanır ve vücudun savunma sistemini harekete geçirerek enfeksiyonla savaşmasına yardımcı olur. Vücut ısısını artırarak enfeksiyona neden olan virus veya bakterinin hayatta kalmasını zorlaştıran ateş aslında vücudun doğal bir reaksiyondur. 
          
Çocuğunuzun Ateşli Olduğunu Nasıl Anlarsınız?
Bazı çocuklar ateşliyken huysuzlaşır, bazısı uykulu olur. Her çocukta kendini farklı şekilde gösterse de yüksek ateş durumunda hepsinde ortak olan belirti vücudun sıcak olmasıdır.
Dokunduğunuzda alnı, sırtı, karnı her zamankinden daha sıcaksa, nemli veya terli bir teni varsa, yanakları kızarmışsa ateşi yükselmiş olabilir. Bu durumda yapılacak en doğru şey hemen ateşini ölçmektir.

Ateşi Nasıl Ölçmeliyim?
Ateşi ölçmek için en güvenilir yolun dijital termometre olduğu söyleniyor. Özellikle 5 yaş altı çocuklarda önerilen bu termometrenin güvenilir şekilde ateş ölçmesi için koltuk altına yerleştirilmesi yeterli. Kendi deneyimlerimden gördüğüm bu yöntemin çok kolay olmadığı ve bu şekilde çocukların huzursuz olduğu. O nedenle biz hep kulaktan ölçülen termometreyi kullandık. Ancak 1 yaş altındaki bebeklerde kulak kanalı düz olmadığı için söz konusu termometreler önerilmiyor. Ayrıca kulağa iyi yerleştirilmezse yanıltıcı sonuç verebildiklerinden çıkan sonuç güven vermezse dijital termometre ile teyid etmek bence en doğru yol.
 
Alına yapıştırılan termometreler de doğru anlamda ısı bilgisi vermiyor çünkü vücut ısısını değil cildin ısısını gösteriyor.
Civa termometreleri de kullanılmamalı çünkü kolaylıkla kırılabilir ve cam parçacıkları veya oldukça zehirli olan civa çocuğa bulaşabilir.
Ateş ölçerken yanlış yönlendirilmemek için çocuğun üstünün kalınlığı kontrol edilmeli; battaniye, sıcak su torbası falan varsa alınmalı; çocuk çok hareketliyse veya oda sıcaksa çocuğun sakinleşmesi ve odanın serinlemesi sağlanıp tekrar ölçüm yapılmalıdır.
 
Ateşli Çocuğa Ne Yapmalı?
Bu durumda çocuğu mümkün olduğunca rahat ettirmek gerekmektedir.Bunun için:
  • Bolca sıvı alımı sağlamalı, çocuk susamamış olsa bile az az ve sık sık su içmesi sağlanmalıdır. Emziriyorsanız sık sık emzirmek en doğrusudur. Ağız kuruluğu, göz yaşı olmaması, çökük gözler ve bebeklerde kuru bezler susuz kalındığının belirtileridir; bu belirtileri gözlenmelidir.
  • Eğer yemek istemiyorsa ısrar edilmemeli veya ne istiyorsa o yedirilmeli, her şekilde susuz kalmaması sağlanmalıdır. 
  • Araştırmalar çocuğu soymaya veya ılık suyla serinletmeye gerek olmadığını söylüyor; ikisi de ateşi düşürmezmiş. Sadece çok fazla giysi giydirmemekte fayda var.  
  • Ayrıca ortam sıcaksa ısı azaltılmalı. İdeal ısı 18C’dir. Vantilatör ile odayı serinletmek kullanılan yöntemlerden biri ancak bu odayı çok soğutabilir. Odada hafif bir hava akımı yaratmak için bir pencereyi hafifçe açmak veya vantilatörü odanın diğer tarafında çalıştırmak daha doğru olabilir.
  • Gece boyunca ara ara çocuğun ateşinin kontrol edilmesi ani yükselen ateşi başta yakalamak açısından önemlidir.
  • Ateşli çocuk okul veya yuvaya gönderilmemelidir.
Yukarıda belirtilenler ateşli çocuğu rahatlatmak için benimsenen genel yöntemler. Her çocuğun böyle bir durumda rahatlatılma ihtiyacı farklı oluyor ve bunun ne olduğu bebeklikten itibaren çocuğu tanıyarak öğreniliyor. O nedenle bu yöntemlere herkes için farklı bir sürü şey eklenebilir ancak hepsinin amacı çocuğun sıkıntısını azaltmak ve ateşin daha yükselmesine engel olmaktır.

İlaç Kullanımı
Yukarıdaki önlemlere rağmen çocuğunuz hala sıkıntılı görünüyorsa ve ateşi devam ediyorsa paracetamol veya ibuprofen verilebilir. Bu ilaçlar ateşi tedavi etmeyen sadece ağrıyı kesen ve ateş düşüren ilaçlardır. Eğer çocuğun ateşten dolayı sıkıntısı yoksa söz konusu ilaçlar kullanılmamalıdır.Her şekilde bu iki ilacın aynı anda verilmemesi gerekmektedir. Birini verip etkisi görülmezse, bir sonraki doz zamanı geldiğinde diğeri denenebilir. Kullanmadan önce doğru doz ve kullanım sıklığı için mutlaka prospektüs okunmalıdır. 

Ateşe Neden Olan Hastalıklar Hangileridir?
Çoğu zaman ateş viral bir enfeksiyondan kaynaklanır ve  3-5 gün içerisinde geçer. Bazı durumlarda da bakteriyel enfeksiyondan kaynaklanmaktadır ve antibiyotik tedavisi gereklidir.  Viral veya bakteriyel ateşe neden olan hastalıklar genel olarak şunlardır: 
  Üst solunum yolu enfeksiyonları,
  Grip,
  Kulak enfeksiyonu,
  Altıncı Hastalık,
  Bademcik,
  Böbrek ve idrar yolları enfeksiyonu,
  Su çiçeği ve boğmaca gibi çoçuk hastalıkları
Ayrıca diş çıkarırken ve de kimi aşılardan sonra da bazi çocuklarda ateş yükselebilir.

Daha Ciddi Hastalıklar
Bazen çocuklardaki yüksek ateş ciddi bir hastalığın göstergesi olabilir. Hangi ateşin ciddi bir hastalığın habercisi hangisinin sıradan olduğunu düşünmek bile kendi başına endişe vericidir çoğu zaman. Oysa gerekli olan belirtileri iyi gözlemlemek ve içgüdülerine güvenmektir çünkü çocuğunuzun nasıl olduğunu sizden daha iyi kimse bilemez. O nedenle ateşin sıradan bir ateş olmadığını yine siz bilebilirsiniz.
Ateş bazı diğer belirtilerle bir araya gelerek Menenjit, Septisemi, İdrar yolları enfeksiyonu ve Zatürre gibi ciddi bakteri hastalıklarına neden olabilir. Bu gibi ateş vakaları oldukça az görülse de belirtileri bilmekte fayda var. Aşağıda kırmızı uyarı olarak görülebilecek bazı ciddi hastalık sinyallerini bulabilirsiniz: 
  • 3 aydan küçük bebek için 38C  (100.4 F) ; 3-6 aylık bebek için 39C (102.2 F) üstü ateş
  • Yüksek ateş ama soğuk el ayak
  • Rengin maviye dönüşmesi, solması, alacalı veya gri renk olmak
  • Nefes almakta zorlanmak, hızlı solumak, nefes alırken ses çıkarmak
  • Havale, nöbet, atak
  • Yüksek, zayıf ve sürekli ağlama
  • Tepkisizlik, harekette azalma, artan uyuşukluk
  • Bebeklerde şişkin bıngıl
  • Tutuk boyun
  • 8 saatten fazla sıvı almamak (katı gıda almış olmak önemli değil)
  • Sürekli kusma ve safra rengi kusma
  • Her zamankinden farklı olarak uyuşuk olmak; uyanmakta zorlanmak ve  yakınlarını tanımakta zorlanmak
  • Zorla uyandırılmasına rağmen uyanık kalamamak
  • Vücudunun herhangi bir yerinde benek halinde, mor-kırmızı kızarıklıklar olması ve bu kızarıklıklar üzerinde cam bardağı yuvarlandığında da geçmiyorsa  

Ateşle birlikte bu belirtilerin olması durumunda acilen bir doktora görünmek gerekmektedir. İhmalin ciddi sonuçları olabilir.
Sonuç
Bebeğin ilk yüksek ateşiyle birlikte onun ateşle mücadelede nasıl olduğunu ve ebeveyn olarak onu nasıl rahatlatacağımızı öğrenmeye başlarız. Ebeveynlik yolunda her konuda olduğu gibi ateşle mücadele de uzun bir yolculuktur ve her deneyimle ucuna eklene eklene gün geçtikçe çocuğumuzun ateşle nasıl başa çıktığını daha iyi bilir duruma geliriz. Her ne kadar her çocuk, her hastalık ve her durum birbirinden farklı olsa da ateşle ilgili genel bilgilere sahip olarak yola çıkarsak sonraki aşamalarda tıbben müdahele gerekli olsa bile o aşamaya kadar bilimsel olarak desteklenen yöntemlerle çocuğumuzun doğru şekilde bakımını yapmış oluruz. Ve bu şekilde belki de durum daha ciddileşmeden  iyileşmiş olurlar.
Umarım çocuklarımız ateşlenmez demiyeceğim çünkü bu kaçınılmaz. Ve aslında her ateş vücudun ciddi hastalıklarla mücadele edebilmesi için bağışıklık sistemini güçlendiren bir sınav. O nedenle aslında ateş iyi bir şey. Ama yine de dileğim çocuklarımızın ciddi hastalıklardan uzak olması ve geçirilen ateşli gün ve gecelerin ileride hoş bir şekilde hatırlayacağımız anılar olması. Sağlıklı günler diliyorum…

 
Not:Yukarıdaki yazı kendi tecrübelerime ve araştırmalarıma dayanarak oluşturulmuştur. Uzmanlık isteyen herhangi bir konuda doktora danışılması önerilir. 

 
Kaynak