"Onu kucağına aldığın
an sevmeye başlarsın" demişti annem. Öyle olmadı benimki, tuhaf bir kaygı
geldi saplandı yüreğime, ağır geldi bana anne olmak. Benim olduğu söylenen minik yavruyu iğneyle
kuyu kazar gibi büyütmeye çalışmak ve günbegün onun tarihini oluşturma
sorumluluğunu yüklenmek zor geldi bana. Üstüne bir de alıp
onu Londra’ya yerleşip yeni bir
hayat kurmaya çalışırken nereden bilebilirdim ki bunun bir kendimi bulma
yolculuğu olduğunu?
Ben Tuba. Annemin öğretmen
olması nedeniyle anasınıfına 3.5 yaşında başlayarak önce masallara düşkün
yaratıcı bir kız çocuğu, sonra çalışkan bir öğrenci ve sonra çalışan kadın
olarak hiç dur durak bilmeden çalıştım... Ta ki anne olana kadar. Anne olunca hayattaki o ana kadar kadarki rollerim içinde en çok annelikte zorlandığımı farkettim: kendimi
sorguladım, kendimle hesaplaştım. "Mutluluk kendiliğinden olan bir şey
değildir, kişinin kendi hareketlerinden ortaya çıkar" der Dalai Lama. Ben de
mutlu olmak adına bir karar verdim ve "sadece anne" olmayı seçtim.
2008 yılında eşim Murat ve ben 15 aylık kızımız Dalya ile birlikte İstanbul'da aile ve dost sarmalı içindeki mutlu yaşantımızı geride bırakarak Londra'ya yerleştik. Anne olduktan sonra hormonların etkisiyle kontrolden cıkan duygusallığım engel olmaya çalışsa da, "ya şimdi ya da hiç" prensibiyle minik bebeğimizi ailelerimizden ve köklerimizden kopararak yeni bir ülkede yeni bir yaşama yelken açtık. Londra'ya yerleşme kararı bizi oldukça heyecanlandırmıştı: İngiltere çok sevdiğimiz bir ülkeydi, dilini iyi konuşuyorduk, ben yüksek lisansımı orada yapmıştım, kültürü çok zengindi ve böyle bir değişiklik riskini bebeğimiz küçükken almak daha doğru gelmişti bize. Mücadeleyi seven yapımız ve projeleri gerçekleştirmekteki başarılarımıza güvenerek böyle bir karar aldık. Ancak bilmediğimiz, yeni bir ülkede yepyeni bir düzen kurup aynı zamanda hiçbir destek olmadan çocuk büyütmenin zorluğuydu.
2008 yılında eşim Murat ve ben 15 aylık kızımız Dalya ile birlikte İstanbul'da aile ve dost sarmalı içindeki mutlu yaşantımızı geride bırakarak Londra'ya yerleştik. Anne olduktan sonra hormonların etkisiyle kontrolden cıkan duygusallığım engel olmaya çalışsa da, "ya şimdi ya da hiç" prensibiyle minik bebeğimizi ailelerimizden ve köklerimizden kopararak yeni bir ülkede yeni bir yaşama yelken açtık. Londra'ya yerleşme kararı bizi oldukça heyecanlandırmıştı: İngiltere çok sevdiğimiz bir ülkeydi, dilini iyi konuşuyorduk, ben yüksek lisansımı orada yapmıştım, kültürü çok zengindi ve böyle bir değişiklik riskini bebeğimiz küçükken almak daha doğru gelmişti bize. Mücadeleyi seven yapımız ve projeleri gerçekleştirmekteki başarılarımıza güvenerek böyle bir karar aldık. Ancak bilmediğimiz, yeni bir ülkede yepyeni bir düzen kurup aynı zamanda hiçbir destek olmadan çocuk büyütmenin zorluğuydu.
Gerçekler tahminimizden
daha zor oldu. Londra’ya yerleşince, gönülsüz bir şekilde de olsa, minik
bebeğimi bırakıp çalışma hayatına dönemedim bir süre. O dönemde herhangi bir
form doldururken meslek kısmını boş bırakmak veya Londra sokaklarında kızımla
gezinirken tanıştığım yeni insanlara "sadece anneyim" demek çok ağrıma
gidiyordu. Bunun sonucu olarak çok istekli bir şekilde tekrar çalışma yaşamına döndüm; ama bu defa her şey çok farklıydı. Çocukluğumdan bu yana kendimi ait hissettiğim çalışan kadın imajı ve bu yönde kendime yaptığım yatırım, ülke
değişiminden sonra mecburi olarak verdiğim arayla birlikte bana eskisi gibi
görünmemeye başladı. Çocuğumun bizimle geçirdiği zamanın daha fazlasını
başkaları ile geçirmesi, akşamları onu uyumadan yakalamaya çalışmak, hafta sonları hiç bir şeye yetememek, onunla doya doya tatil yapamamak ve bu
günlerin bir daha geri gelmeyeceğini bilmek beni üzüyor, aza razı olup
çocuğumla daha fazla vakit geçirmek çok daha cazip geliyordu. Bu
düşüncelerle gelgitler yaşarken ben, beklenmedik bir şekilde çalışmaya ara
vermek zorunda kaldım ve bu süre bana tekrar yoğun iş temposu içinde belki de daha uzun saatler
çalışıp tekrar iş-çocuk-okul-bakıcı- denklemine girmek istemediğimi
fark ettirdi.
Ben de kurumsal iş yaşamına veda edip, kızımdan ve ailemden bana geri kalan zamanlarda yazı yazarak, farklı olduğunu ama bir yerde de, pek çok kişiyle benzer olduğunu düşündüğüm hayatımı, sadece bir anne olarak paylaşmaya karar verdim.
Bu defa rahatlıkla sadece
anneyim diyorum. Sadece anneyim ancak okuyan, yazan, düşünen, gezen,
korkuları, endişeleri, heyecan ve sevgisi olan ve bunları paylaşmak isteyen bir
birey, kadın ve anneyim. Yeni hayat seçimimle ne diğer annelerden daha iyi
olduğumu iddia ediyorum ne de tek doğrunun benimki olduğunu. Herkes mutluluğun
peşinde kendi doğrusunu yaşamalı bence. Ben annelikten zevk alan, çocuk büyütmeyi biraz fazla ciddiye alan, çalışma hayatı ve anneliği birlikte götürmekte
zorlanan, bunu başarıyla mutlu bir şekilde yapan ebeveynlere imrenen ama kendi
hayatında ilk sırayı anneliğe verme kararı alan biriyim sadece.
Bu kararım ileride tekrar
kurumsal iş hayatına dönmeyeceğim anlamına da gelmemeli. Şartlar değiştiğinde
tekrar aynı tür bir iş yapabilirim. Ancak şimdilik idare edebildiğim sürece
sadece yazmak ve paylaşmak istiyorum.
Londra'daki bir çocuklu hayattan, aralarında 7 yaş fark olan iki çocuklu hayata dönüşen bu serüvene siz de katılın isterim. Hayat yolculuğunda zenginleşmiş bir anne olarak, burada ya da orada,
dünyanın herhangi bir yerinde anne veya ebeveyn olan herkesle paylaşacak çok
şeyim olduğuna inanıyorum. "Sadece Anneyim" de okuyan, düşünen, yazan bir
birey, kadın ve anne olarak hayata bakışım, Londra'daki ve Türkiye’deki
hayatımız, kültürler arası farklılıklar, iki kızımın maceraları, oyuncakları,
kitapları, sağlık, kültür, sanat, gezilerimiz, arkadaşlarımız, kısacası
yaşamımızı sizinle paylaşmak istiyorum. Hayatınızda minicik bir değişiklik
yapabilirsem ne mutlu bana. Sizler de okuyun, yorum yazın, paylaşın ve benimle
kalın...
Sevgiler,
Tuba