31 Ekim 2013 Perşembe

Evvel Zaman İçinde, Var İmiş Bir Halloween!

"Evvel zaman içinde,
Var imiş bir dunganga,
Alırmış çocukları,
Atarmış sepetine,
Yaparmış hep dunganga,
Dunnn ganga dun ganga..."

Bu sözleri bir yerlerden hatırlıyor musunuz? Haydi bir hafıza testi yapalım. Bu sözler :

a) küçükken oynadığımız bir oyunun
b) bir filmde geçen bir repliğin
c) çocukken hepimizin ezbere bildiği bir tekerlemenin
d) hiçbiri

Evet, cevapları alayım lütfen. Çocukken defalarca seyrettiğim Atıf Yılmaz'ın Ah Belinda” filminde babaannenin torununa söylediği bir şarkının sözleri doğru cevap. Müjde Ar'ın canlandırdığı genç bir kadının buhranlı bir dönemine tanıklık ederken, gerçeklerle gerçek olmayan arasında bizi gezdiren Atıf Yılmaz bu sözlerle o dönemin çocukları olan bizlere korkuyla merak arasında garip bir heyecan yaşatmıştı.

Benzer garip heyecanı bir de Halloween (Cadılar Bayramı) yaşatıyor kanımca.


Halloween 31 Ekim akşamı kutlanan Keltik, Roman ve Hristiyan festival sentezi. Kökleri “Samhain” olarak bilinen eski Keltik festivaline dayanıyor. Söz konusu festival hasat mevsiminin sona ermesi, kış mevsimin başlaması ve yeni bir yılın başlangıcını kutluyor. “Samhain” eski Paganlar’ın kışa hazırlandığı ve ürünleri stokladığı zaman olarak biliniyor. Kelt inanışına göre 31 Ekim gecesi yaşayanlar ve ölenlerin dünyaları çakışır ve tekrar hayata dönen ölüler hastalık getirebilir ve ürünlere zarar verebilirler.  İşte bu nedenle inanış odur ki, açık havada yakılan ateş, maske ve kostümler kötü ruhları insanlardan uzak tutar. Daha sonra Roma yönetimi ile Britanya, İrlanda ve İskoçya başlangıçlı olan Haloween kutlamalarına Roma etkileri de ilave edildi. Sonrasında Hristiyanlığa geçişle, 1 Kasım’da kutlanan büyük bir Katolik Festivali olan “All Hallows Evening” (Tüm Azizler Gecesi) ile birleşti. Bu şekilde Pagan, Roman ve Hristiyan kutlamalarının kesiştiği bu birkaç gün batıl inancın dini inançla mücadele etmesinin muhteşem bir örneğini oluşturmuş oldu.

 

Bu gecede yapılan geleneksel aktivitelerin en önemlileri “hile mi, ikram mı” (trick or treat) oyunu, perili evleri ziyaret etmek ve balkabaklarını oyarak fener yapmak. Cadı, vampir, hayalet kostümlü çocukların ev ev dolaşarak “hile mi, ikram mı” diye sordukları ev sahibinden şeker, çikolata (eski günlerde elma, fındık) istedikleri Halloween geleneğinde, herhangi bir “ikram” alamama durumunda, çocuklar ev sahibini ”hile” yapmak ile tehdit ederler. Genelde “hile”’den kasıt örümcek, fare, kesik el vs gibi gerçek olmayan ürkütücü şeylerdir.  Halloween’ın en temel geleneği olan “hile mi, ikram mı”, sosyal olarak herkes tarafından kabul edildiğinden o gece için hemen her komşu çocukların ziyaretinde “ikram” olarak vermek için  şekerleme temin eder. Çocuklar da zaten her kapıyı çalmaz  “hile mi, ikram mı” için, önünde balkabaklı fener olan evler ziyarete açıktır sadece.

Halloween Britanya, İrlanda ve İskoçya çıkışlı olsa da zaman içinde evrim geçirerek yayıldı. İrlandalı ve İskoçların Kuzey Amerika’ya yoğun göçüyle Amerika’da ve Kanada’da popularitesi arttı. Amerikan kültürünün TV ile yayılmasıyla kıta Avrupası'nda da kutlanır oldu.


İlkel insanların doğa olaylarına gösterdikleri tepkiler, onların korkuları ve geliştirdikleri inanç sistemleri her zaman bende ilgi uyandırmıştır. Halloween de başlangıçı bu dönemlere denk gelen bir kutlama olduğu için çok daha özel bence.

Gerçek hayatta karşılaşılmayan vampirler, zombiler ve kötü ruhların kılığına girmek pek çocuk dünyasına yakışmasa da şirin şirin kapıları çalıp şekerleme istemeleriyle olayın merkezinde eğlenceyi koyarak keyife dönüşen tuhaf bir kutlama Halloween. Her çocuk bir “dunganga” Halloween gecesi ve şekerleme vermeyen her kapı “dunganga”nın gazabına uğrayabilir. Bu da yine büyüklerin dünyasında bir gecelik de olsa bir şey yapabilme güçlerinin olduğunu düşündürüyor miniklere. Bir gececik bile olsa bu eğlence onların bütün sene boyunca sonu gelmeyen hikayelerine kaynak oluşturuyor.

Okullar başladığından bu yana biz geriye sayım yapıyoruz mesela. Özellikle Ekim ayındaki benim doğum günümden sonra geri sayım neredeyse her gün oluyor. Dört gözle beklenen tarih yaklaşınca balkabakları alınıyor; “hile mi, ikram mı” oyunu için kapıya gelen çocuklara verilecek şekerler alınıyor; saklanan Halloween dekorasyonları (örümcek, cadı, balkabağı süsleri...) ortaya çıkarılıyor; o gece hangi karakter olunacağına, hangi kostüm giyileceğine karar veriliyor; yüz maskesi beğeniliyor; mahalledeki arkadaşlarla sözleşiliyor. Anlayacağınız tam bir şölen.



Hangi inanca ve dine ait olduğuna takılmadan hem değişen bir mevsimin farkındalığını vurguladığı için, hem çocukların düşünsel yaratıcılığını artıran bir kutlama olduğu için, hem de karanlık, gri, İngiliz sonbaharına renk katıp çocuklarımızı eğlendirdiği için biz çok seviyoruz Halloween'i. Bu akşam Londra sokaklarındayız biz. Buralardaysanız şekerlemelerinizi hazır edin, çünkü her an kapınızı çalabiliriz. Hem ne demiştik daha önce, bayramlar kutlanmalıdır. Halloween de onlardan biri değil mi zaten?...

Referanslar:


24 Ekim 2013 Perşembe

Travmadan Başarıya


Arabayı nasıl kullandığını bilmiyor, midesi bulanıyor sanki kalbi duracak gibi oluyordu. Bir an önce okula ulaşıp onların hayatta olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Ya hayatta değilseler? Bu düşünce, işte bu, onu tekrar başa götürüyor, midesi bulanıyor, kalbi duracak gibi oluyordu. En sonunda okula ulaştı. Oradaydı oğulları, yaşıyorlardı. Sımsıkı sarıldı onlara, sımsıkı, daha önce hiç sarılmadığı gibi... Böyle anlatıyor Judy Murray 1996 senesinde İskoçya’da kendi halinde küçük bir şehir olan Dunbae’de, Dunbae İlkokulu’nun Thomas Hamilton adında silahlı bir adam tarafından basılarak 17 kişinin katledilmesinden sonra oğullarına kavuşma anını.

Böyle bir andan sonra tekrar hayata olduğu yerden devam edebilmek zor, ama öyle yaptı Judy, hayata karşı daha da hırslanarak yoluna devam etti. O küçücük İskoç şehrinden çıkarak, iki oğlunu da başarılı birer tenis oyuncusu yapmayı başardı. Hatta biri, Andy Murray, annesine seneler sonra yine aynı korku dolu heyecanı yaşattı. Ancak bu sefer onu kaybetme korkusu değildi heyecanın nedeni. Oğlunun 100 küsur yıldan beri dünyanın en prestijli tenis müsabakasına ev sahipliği yapan Birleşik Krallık'a 77 yıldan beri gelmeyen, tek erkekler, Wimbledon şampiyonluğunu getirmesiydi.

Türkiye’de yaşarken Wimbledon tenis şampiyonluğu karşılaşmalarının başladığı dönemde hayatın bir nebze durduğunu hatırlarım. Durum 100 küsur senedir bu büyük organizasyona ev sahipliği yapan ülkede daha büyük ölçekli oluyor pek tabi ki, hayat daha bir duruyor. Hele bir de 77 yıldır elde edilemeyen bir şampiyonluk varsa ve ona bu kadar yakın olunca tüm Britanya nefeslerini tutarak izledi son iki senedir Wimbledon’ı. En nihayet 5 Temmuz 2013’de Andy Murray şampiyonluğu alarak büyük bir sevinç ve gurur yaşattı Britanya halkına.

Böyle bir başarı Türkiye’de elde edilirse ne kadar sevinilirse sanki İngiltere’de de o kadar sevinildi gibi geldi bana. Bu şaşırtıcıydı gerçekten. Ülkemde spor yaşamın bir parçası olmayan, maddi imkanları el veren insanların ulaşabildiği bir lüks. Bu nedenle özellikle bireysel sporlarda uluslararası başarı elde etmek oldukça güç. Ve böyle bir başarı elde edildiğinde adeta bir bayram havası yaşanıyor tüm ülkede. Oysa sporun bir yaşam biçimi olduğu, özellikle tenisin bu kadar sevildiği ve geleneğinin bu kadar yoğun olduğu, ama nasılsa, başarılı tenisçi yetiştiremeyen Birleşik Krallık'da böyle bir başarının bu ölçüde bir sevinç yaratabileceğini hiç tahmin etmezdim.

Ancak devlet okulunda çocuk büyüten bir anne olarak rekabeti baltalayan ve sürekli paylaşım ve eşitlik duyguları aşılayan bir eğitim sistemi olan Birleşik Krallık’da da böyle bir başarı elde etmenin hiç de kolay olmadığını artık ben de biliyorum. O nedenle bu büyük başarının ardında yatan etkenler bende merak uyandırdı. Merakımı gidermek için yaptığım okumalardan birinde denk geldiğim bir makaleyi önceki yazımda sizlerle paylaşmıştım. Mathew Syed'ın genel anlamda başarıya ulaşmayı kolaylaştıran 5 adımı bence oldukça gerçekçi, ama özellikle Andy Murray'in başarısının ardında yatan etkenleri şöyle sıralamak mümkün diye düşünüyorum:

Annesi Judy’nin Tenisçi Olması Avantajı: Anne Judy Murray tenis dünyasının içinden biri: 10 yaşında tenis oynamaya başlamış, 17 yaşında profesyonel oyuncu olmuş. Gençlik yıllarında İskoçya’da 1 numaralı tenis oyuncusuymuş ancak maddi imkanların yetersizliği, Judy’nin tenis hayallerini bir tarafa bırakıp üniversiteye gitmesine neden olmuş. Bir süre başka işler yapsa da tenis koçluğuna yönelmiş. 20 senedir tam zamanlı koçluk yapan Judy, daha önce İskoç milli koçu iken şu an Britanya Fed Klüp Takımı’nın kaptanı ve Britanya genç kızlarına koçluk yapıyor. 



Andy’nin Rekabetçi Yapısı ve Yeteneği:  Judy Murray’in kendi ifadesine göre Andy’nin ağabeyi ile rekabeti ve onu geçme isteği o kadar güçlüymüş ki annesinin onu tenis çalışmaya zorlamasına gerek bile olmadan yeteneği kendiliğinden gelişmiş. Çocukken ailesini oldukça kaygılandıran Andy’nin rekabetçi tantrumları meğer tenisteki zaferi için çok gerekli olan şiddetli kazanma isteğiymiş.

Fedakarlık ve Yenilikçi Bakış Açısı: 12 yaşına kadar annesinin çalıştırdığı Andy, Britanya tenis sisteminden tatminsizmiş. Annesi tarafından cesaretlendirilerek oyunu öğrenmek ve de yenilikçi bir koç edinmek için İspanya’ya gitmek istemiş. Anne ve baba oğullarının spor amacına ulaşmaları için birlikte ne gerekiyorsa yapmışlar. Judy Andy’yi İspanya’daki tenis akademisine göndermek için £30.000 denkleştirmek için koçluğun yanı sıra ek işler de yapmış.

Hedefe Odaklı Çalışmak ve Pes Etmemek: İlkokul yıllarından beri tenis çalışan Murray ilk turnuvasına 12 yaşında katılmış ve kazanmış. Şampiyonluk yolunda kendini yenilemek amaçlı pek çok kez koçunu değiştirmiş. 

Murray’ın rekabetçi kişiliği, başarma arzusu ve yeteneği olmasa bu başarı elde edilemezdi diye düşünüyorum. Wimbledon’ı kazandığı zaman "kendime yapabileceğimi gösterdim" demesi de bu düşünceyi açıklıyor. Öte yandan evde tenisle bu kadar ilgili bir anne ve onun desteği olmasa, Andy Murray belki iyi bir tenis izleyicisi veya amatör oyuncu olacaktı ama Wimbledon şampiyonu olamazdı.  Sadece bunlar da yeterli değil tabi. Yenilikçi bakış açısı, istikrarlı çalışma ve pes etmeme bu seviyedeki bir başarının anahtarı gibi görünüyor.

Çocukluğunda yaşadığı katliam travmasından bir daha hiç bahsetmeyen Andy Murray onu geçmişte bırakmışa benziyor. İçindeki korku, kızgınlık ve hırsı çok sevdiği bir alana aktararak büyük bir başarıya imza attı. Travmasını başarıya dönüştürdü.  Bizlere de bu hikayeyi irdelemek  düştü...


Referanslar:




21 Ekim 2013 Pazartesi

Çocuğunuzu Nasıl Bir Şampiyona Dönüştürürsünüz?





Tüm Britanya bütün yazını Andy Murray’ın Wimbledon şampiyonluğunu konuşarak geçirdi. Nasıl böyle bir başarı elde edilmişti? “Kaplan anne” olarak tabir edilen, anne, Judy Murray sayesinde mi olmuştu? Britanya eğitim sisteminde neden iyi tenis sporcusu yetişmiyordu? Eğitim sistemi daha rekabetçi olabilir miydi? Bu sorularla kafası karışan pek çokları gibi ben de cevapları bulmak isteyerek yaptığım araştırmada, bu büyük başarının ardında Andy Murray’in başarma hırsıyla birlikte güçlü bir anne desteğinin çok etkili olduğunu gördüm. Okumalarım sırasında denk geldiğim, bir dönem Britanya’nın bir numaralı masa tenisçisi olan Matthew Syed‘in, 9 Temmuz 2013 tarihli 'The Times’da yer alan ve oldukça ilginç bulduğum makalesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Makalenin başlığı şöyle “Çocuğunuzu nasıl bir sonraki Murray’a dönüştürürsünüz?“.

Mathew Syed başarılı ebeveynliği ve özellikle tenis sporu hakkında başarının kilidini açan süreçleri 5 adım altında toplamış. 5 adım kendi kelimeleriyle şöyle:

1. X Factor’u Kapayın
Çocuğunuzun Wimbledon’ı kazanmasını istiyorsanız ona yapacağınız en büyük kötülük ona ne kadar yetenekli olduğunu söylemeniz. Süper yetenekli olduklarını düşünen gençler tembelleşirler ve yeteneği olmadığına inananlar denemeyi bırakırlar. Kısaca yetenek fikri başarıya psikolojik bir engel oluşturur. Stanford Üniversitesi’nden Professor Carol Dweck’ın söylediği şekilde aileler çocuklarını çabaları için övmeliler, yetenekleri için değil. Bu doğrultuda çocuk iyi bir şey yaptığında “gerçekten çok yeteneklisin” yerine “gerçekten çok çalıştın” demek daha doğrudur. Böylelikle çocuk daha iyi olmak istiyorsa daha çok çalışması gerektiğini anlar.
Bu anlamda X Factor (Amerika ve İngiltere’de çok populer olan bir yetenek programı) gibi programlar başarıyı bir gecede olabilirmiş gibi gösterdiklerinden çok tehlikeli çünkü gerçek hayatta durum böyle değil. O nedenle aileler X Factor’u  kapatmalı ve çocuklarını çok çalışmanın başarı için en gerekli yol olduğunu donatarak büyütmeliler.

2. Kaybettiklerinde Onları Öpün
Çocuklarının başarısını takıntı yapan pek çok ebeveyn onların çocuk olduğunu unuturlar. Çocuk kaybettiği zaman kızmak çocuklarda kalıcı yaralar bırakır. Tabi kaybettiği zaman çocuklarını fazlaca ödüllendiren ebeveynler de var. Ancak en başarılı ebeveyn çocuğunun kazanmasını isteyen ama kaybettiğinde de onu sevmeye devam edeceğini söyleyendir.

3. Onları Birleşik Krallık Dışına Çıkarın (Birleşik Krallık’a Özel Bir Madde)
Pek çok aile çocuklarının başarısı için gece gündüz çabalıyor ama bazen anne babanın çocuklarına tek yapması gereken onu daha bir ileri seviyeye götürecek bir koç bulması. Yenilikçi koçlar, her zaman beyinsel güç oluşturma ve yeni beceri elde etmeyi hızlandırma yollarını bulurlar. Tenise gelindiğinde Britanya’daki mevcut koçlar eğrinin oldukça altında. O nedenle anne Judy Murray, Andy’nın İspanya’ya gitmesini istiyordu, eğer Andy Birleşik Krallık’da kalsaydı bu başarı sağlanamazdı.

4. Şişman Bir Cüzdanınız Olsun
Genelde nakdi olan ebeveynler en iyi koçları ve imkanları elde edebiliyorlar. Tenis raketi almaya ailesinin gücü yetmeyen bir çocuğun bu başarıyı elde etmesi mümkün değil. Büyük banka hesabı olan ailelerin çok büyük avantajı var.

5. Onlara Bolca Rekabet Ortamı Hazırlayın
Aileler her zaman çocuklarına rekabet etme ortamı sağlamalı. Kazanma ve kaybetme ve her ikisiyle başa çıkmak onları hem güçlendirir hem de eğitir. Rekabet Murray’ın gelişiminde yeni ufuklar açtı. Geçen sene Federer’e yenilmesi onu bu sene şampiyon yaptı.
Matthew Syed’ın başarıya yönelik 5 adımı benim ilgimi çekti. Maddi olanakların iyi olmasının başarıya olumlu etkisi zaten bilinen bir gerçek. Ancak yeteneğe değil çalışmaya odaklanma; kaybetme durumunda da çocuğunu sevmeye devam etme ve bunu ona hissetirme, çocuğun başarısıyla ilgili karar alma sürecinde duygusal davranmama, zamanı geldiğinde onun eğitimini daha iyilere bırakabilme ve rekabet ortamı sağlama ailelere önemli yol göstericiler olabilir.
Eminim pek çok ebeveyn, aynı benim gibi, ne çocuklarının Andy Murray’e dönüşmelerini arzu ediyor ne de Einstein’a. Ama hangi alanda olursa olsun insanın var olan yeteneğini doğru şekilde kullanarak kendini gerçekleştirmesine olanak sağlanması mutluluğa giden yol diye düşünüyorum. Çocuklarımıza bu konuda yardımcı olmak gelecekte karşılarına çıkacak çatallanan yollardan düze çıkabilmelerini kolaylaştıracaktır. Onların bize yaşatacağı nice güzel kalp çarpıntılarına diyorum. 

Kaynak

Not: Bu yazı Alternatif Anne'de 21.10.2013 tarihinde yayınlanmıştır. 
http://alternatifanne.com/cocugunuzu-nasil-bir-sampiyona-donusturursunuz/

15 Ekim 2013 Salı

Bayramlar Kutlanmalıdır


Badem şekeri, fındık şekeri, sütlü çikolatalı şeker en favori bayram şekerlerimdi çocukken. Hala da öyle, onlarsız bayram olmaz bana göre. Çocukken bayram denilince ilk aklıma gelenler detaylı bir ev temizliği. kapsamlı bir yiyecek alışverişi ve misafir hazırlığı olurdu. O küçük aklım bayramların ne ifade ettiğini, neden kutlanıldığını, neden bize gelenlere sonradan bizim de gittiğimizi veya bizim gittiklerimizin neden hemen bize iadeye geldiklerini anlayamazdı. Kimi zaman aynı güne denk gelen bu karşılıklı ziyaretlerde. bir çocuk gözüyle bile komik olan, tekrarlı tokalaşmalar, sarılıp öpmeler, hatır sormalar uzayıp giden sohbetlerle birleşir ve tüm bu olanların nedenini anlayamadan ben  sonlanırdı bayramlar.

Her çocuk gibi benim için de yeni elbiseler, bayram harçlıkları ve şekerlerle anlam bulan bayramlar, büyüdükçe cevabını bulamadığım pek çok nedenden dolayı içinde bulunmamayı tercih ettiğim ortamlar oldu. Sonra üniversite ve iş yaşamı ile hızlanan tempoyla ben de pek çokları gibi bayramları tatil fırsatı olarak görmeye başladım. 

Ancak anne olup, bir de memleketten uzakta, Londra’da, çocuk büyütmeye başlayınca durum değişti. Kızımın yaşadığımız kültürde Paskalya ve Noel gibi dini bayramlara, Hint Festivali (Diwali), Çin Yeni Yılı kutlamalarına gösterdiği heyecan ve sevinci görünce bizim bayramlarımızı da ona öğretmenin gerekli olduğuna karar verdim.

Sözünü ettiğim kutlamalarla rekabet etmek oldukça güç, çünkü yuvalar ve okullarda aylar öncesinden hazılıklar yapılıyor ve her birinin çocuklar için çok heyecan verici boyutları var. Noel’de Noel ağacı süsleme tam bir şölen çocuklar için, sonra Noel Baba geliyor ve çocuklara hediyeler dağıtıyorPaskalya’da Hazine Avı var, kenara köşeye yumurta şeklinde çikolatalar saklanıyor, sonra Paskalya tavşanı var. Diwali ve Çin Yeni Yıl kutlamaları için ise canlı renklerle yapılan fenerler, maskeler, el işi, kes-yapıştır gibi bir sürü aktiviteler oluyor. Bizim kültürümüzden uzakta bizim bayramları anlatmak ve sevdirmek çok güç olacaktı kızıma. Biliyordum ama yine de denemek istedim. Çocukluğuma, aile hikayelerine. sanata ve elişlerine meraklı olan kızımın ilgisini yine bu yolla çekmeyi umarak aramızda şöyle bir diyalog geliştirdim:

Ben: “Dalyacığım biliyor musun? Yarın bayram.”
Dalya: “Bayram ne anne?
Ben: “Bayram Türkiye’de yaşayan insanların Noel’i, Paskalya'sı gibi bir şey. Çok eğlenceli olur bayramlar. Biz küçükken bayramlar yaz tatiline geldiğinde anneannemin o masalsı evine giderdik. Anneannem kocaman bir yatak yapardı, biz kuzenler yatardık yan yana. Anneannem bayramdan bir gece önce aynı onların çocukluğunda yaptıkları gibi ellerimize kına sürerdi. Biz de şekiller yapardık. O gece uyku girmezdi gözümüze heyecandan. Sabahı zor eder koşa koşa ellerimizi yıkardık.
Dalya: “Kına ne anne? “
Ben: "Hani Hintli kadınların ellerinde renkli şekiller oluyor ya, işte ondan".
Dalya: "Ben de istiyorum ondan anne".
Ben: "Tamam kızım bir bayramda Türkiye’de olduğumuzda senin eline de süreriz.”


Bu dialog onu tavlamıştı. Ondan sonra hiç unutmadı Dalya ne kınayı ne de bayramı. İlk kez 3.5 yaşında başlayan bilinçli bayram kutlaması, her sene özellikle Türkiye’de denk geldiğimizde onun için çok heyecan verici. Bayram için hazırlanmak, bayramlaşmak, harçlığını almak, misafirlerin gelmesi, onlara şeker, kolonya ikram etmek ve onlarla oturmak Dalya için bütün kış anlattığı unutulmaz anılar oluyor. O böyle keyif aldıkça benim için de bayramlar daha anlamlı ve güzel. Bu çok kültürlü ortamda Dalya’yla kutladığımız tüm dinlerin ve dillerin bayramları özel. Çocukluğumda cevaplarını bulamadığım pek çok soru da yanıtını bulmuş oluyor bu şekilde.

İster Noel ister Ramazan, ister Diwali ister Kurban Bayramı olsun hepsinin amacı aynı: her nedenle olursa olsun hızlanmış olan zamanı durdurup insanları iyi bir şeyler için bir araya getirmek. Ertelenmiş konuşmalar, uzun süredir çalınmamış kapılar, aranmamış dostlar, içilmemiş kahveler bayramları bekler.

Bayramlar kutlanmalıdır. Bir çocuk heyecanıyla geçireceğiniz, sağlıklı, mutlu bir bayram diliyorum.  İyi bayramlar…

10 Ekim 2013 Perşembe

"Camping" mi, "Glamping"mi? (2)

İngiltere'deki kamp maceramızın ilk gecesinde soğuktan uyuyamayan ve zifiri karanlıka uyanan ben, ertesi gün Londra'ya dönme fikrini aklıma koymuştum. Ancak sabah kuş cıvıltılarıyla uyandığımızda dışarıdaki pırıp pırıl parlayan güneş ve önceki günden kaldıkları yerden oyuna devam eden çocuklar, gecenin soğuk ve karanlıkla mücadele kısmını silip götürdü. Londra'ya dönme fikrimden vazgectim. 

1. Gün 

Çocuklara hızlı bir kahvaltı ettirdikten sonra sobanın üstünde ısıttığımız suyla demlediğimiz çaylarımızı alıp 9.30 da başlayacak olan çiftlik turuna yetiştik. Çadırda kalan tüm ailelerin katılımıyla, çiftliğin sahibi olan çiftçiyi takip ederek başladık turumuza. 

Koyunlar, inekler, boğalar, domuzlar, tavşanlar, atlar ve keçiler arasında geçirdiğimiz 1 saatlik bir gezinti bize çiftlikte yaşayan hayvanlar hakkında bilgi vermenin yanı sıra onları tek başımıza ziyaret ettiğimizde neleri yapıp neleri yapamayacağımız hakkında da bilgilendirmiş oldu.

  






















Gezi sırasında aşka gelip çektiğim resimlerle cep telefonumun azalan sarjının bitmesiyle dış dünyayla olan tek bağım da kopmuş oldu .
Dönüşte çiftliğin içindeki "Honesty Market"'e (Dürüstlük Marketi) uğrayıp yumurtalarımızı aldıktan sonra çadırımıza döndük. Markette ekmek, yumurta, süt gibi temel ihtiyaçların yanı sıra sosis, pizza, biskuvi ve dondurma bile bulmak mümkün. İlginç olan markette satış yapan kimsenin olmaması. Alışveriş yapan kişi alışverişten sonra markette bulunan deftere tarih atıp, çadır numarasını belirterek aldığı şeyi not ediyor ve ödemeyi çiftlikten ayrılırken yapıyor. Alışveriş tamamıyla beyana dayalı olduğu için dürüst olmak gerektiğini hatırlatmak amacıyla markete, ironik bir şekilde, ‘Honesty Market’ demişler.

Çiftlik turundan sonra geri döndüğümüzde, televizyon ve ipad’in akıllarına dahi gelmediği çocuklarımız, kendilerini yüzyıllardır dünyanın her yerinde tüm çocukların oynadığı türlü türlü doğa oyunlarına bırakmışlardı bile. Onlar oynaya dursun biz de güzel bir Türk kahvaltısı hazırladık bahçeye.

Sonrasında çiftlikte önerilen bir güzergahı takip ederek, tarlalar arasından bir keşif yürüyüşü yaptık. Papatyalar topladık, çimlere yattık, kovalamaca oynadık, şarkılar söyledik, hazine avı yaptık ve sonra da yorgun ve mutlu bir şekilde çadırımıza döndük.














Karınlar acıkmıştı tabii. Çocuklara çiftlikten aldığımız sosisleri mangalda pişirdik, tatlı olarak da 'marshmallow'ları (Çokomel'in ve Halley'in arasındaki beyaz kaymakımsı şekerleme) közledik. Büyükler için de benim Londra‘da pişirip beraberimde getirdiğim sosla makarna yaptık, yanına da güzel bir salata yaparak peynir ve şarapla açık havada yemek yemenin keyfini çıkardık.  
Çocukları erken yatırmayı başardıktan sonra sıcacık sobanın başında yaptığımız çaylı sohbetimizin ardından biz de erkenden yattık. Bu gece ısı anlamında bir önceki geceye göre daha sıcaktı. Gecenin bir yarısında yanıma gelen Dalya ile daha da sıcak geçti. Bütün gece odada bir mumu yanık tuttuğumuz için önceki gece yaşanan karanlık buhranı yaşanmadı.

2. Gün

Pazar sabahının ilk programı 9.30'da kızlar için daha önceden rezervasyon yaptığımız tay besleme ve temizleme (pony grooming) seansıydı. Yine onlara hızlı bir kahvaltı yaptırıp, at ahırına gittik. Bu sefer bayan çiftçi vardı. Onun  gösterdiği şekilde kızlar Mermaid ve Alice adlı tayların önce toynaklarını temizlediler sonra onları kaşağıladılar ve beslediler. Son olarak da at kuyruklarını şampuanlı suyla yıkadılar. Bir yandan çok eğlenirken bir yandan da atlar hakkında bir sürü şey öğrendiler. Ayrılmadan önce çiftçi, bayan keçilerin beslenme saatine denk geldiğimiz için elimize 2 adet biberon tutuşturdu. Kızlar biberonlarla keçileri beslediler. İnanılmaz keyifliydi.
  

Sonrasında çadıra dönüp güzel bir kahvaltı hazırladık yine. Kahvaltıdan sonra Londra’dan bizi günübirlik ziyarete gelen arkadaşları da alarak hep beraber arabayla Dorset gezisi yaptık. Ayrıca kamptan 40 dakikalık mesafede olan Shaftesbury’e gittik.
Shaftesbury deniz seviyesinden 219 m yüksekte inşa edilmiş bir şehir ve Britanya'nın en eski ve en yüksek şehirlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Biraz yürüyüş yapıp Shaftesbury merkezinden aşağıya doğru muhteşem manzarayı izledikten sonra mangal için alışveriş yapıp tekrar çiftliğimize doğru yola çıktık. 

  

Kampa gelinir de mangal yapmadan gidilir mi hiç? Gelir gelmez erkekler, özellikle Murat, mangal işine girişti. Biz bayanlar da salata yaptık ve çiftlikteki son akşam yemeğimizi de çocukların sevinç çığlıkları ve sohbet eşliğinde geçirdik. 








Yemekten sonra bir çiftlik yürüyüşü yaptık. Daha önce görmediğimiz tavşanları ziyaret ettik. Dönüş yolunda tavukları da gördük, yumurta var mı diye baktık. Sonra keçilerle karşılaştık, Dalya ve arkadaşının koştuğunu gören 2 adet keçi bir tür oyun oynandığını düşünerek kızları kovalamaya başladılar. İki inatçı kız ve iki inatçı keçi hoplaya zıplaya kovalamaca oynadılar. Kızlar korkuyla karışık sevinç içinde hoplarken, biz de gülmekten yerlere yatıyorduk tabi.

Çadıra döndükten sonra, çocukları yatırıp alacakaranlıkta dönüşümlü olarak son bir doğa yürüyüşü yaptık. Daha sonra yıldızları izledik ve fazla oksijenin verdiği yorgunluğa daha fazla dayanamayarak uyuduk.

Ayrılış

Kamptaki son sabahımızda hava güneşli ve oldukça sıcaktı. Gerçekten çok şanslıydık. Dalya'nın uyanmasıyla kaç gündür kümesten taze yumurta almaya çalışan ama bir türlü denk getiremeyen kızlar, hemen yumurta almaya koştular ve en sonunda ikişer yumurta almayı başardılar. Uykudan şişmiş gözleri, güneşten yanmış pembe yanakları, pijamaları ve ellerindeki yumurtalar ile nasıl da gürbüz köy çocuklarına dönüşmüşlerdi 2 gün içinde.
Hızla toparlandık ve sonra Dalya’nın "keşke hep burda yaşasaydık anne, hiç burdan gitmek istemiyorum" diye söylenmelerine rağmen arabamıza yerleştik ve Mount Pleasant’a veda ettik.  Dar geçitli, keyifli manzaralı Dorset tarlaları arasından Londra’ya doğru yola çıktık.

Yolculuğa başlar başlamaz Dalya 3 gün boyunca bir kere bile sormadığı ipad’de oyun oynamak istedi. Ben şarj olan cep telefonumla dünya bağlantılarıma kavuştum. Murat da işten gelen telefon çağrıları ve mesajlarla iş hayatının gerçekliğine geri döndü. 

Evet, kamp tatilimiz sona ermişti ama hepimiz biliyorduk ki doğada elektriksiz, teknolojisiz geçirdiğimiz bir kaç gün bize çok iyi gelmişti ve en sonunda yüzümüze gülen İngiltere’nin güneşli havasının yardımıyla ısınan iliklerimiz bizi bir sure idare ederdi. Peki bir daha kamp yapar mıydım? Klasik anlamda bir kamp tatiline hala yokum, ama ‘glamping’e, evet varım .

Giderken Yanında Bulunması Gerekenler
Lastik çizme,

Yağmurluk,

Polar,

Mevsime gore palto,

Kat kat kıyafet,

Gözlük,şapka, mevsimine gore bere, eldiven,

Battaniye (bizim ihtiyacımız olmadı ama hava belli olmaz),
Tüplü kamp ocağı (sobada suyu ısıtmak veya birşey pişirmek çok zaman alıyor)

Vücut havlusu (duş almak mümkün, marketin hemen yanında kabinlerden oluşan ortak bir duş alanı var ama kendi havlunuz ve temizlik malzemelerinizin olması gerekiyor),

Bulaşık deterjanı / sabun,

Havlu kağıt /tuvalet kağıdı,

7 Ekim 2013 Pazartesi

"Camping" mi, "Glamping"mi? (1)

Yeşili, çayırı, bayırı bol olan bir ülke olduğu için, İngiltere’ye yerleştiğimizden bu yana hep bir kırsal alanda zaman geçirme fikri vardı aklımızda ama kızımızın küçük olması bu planı gerçekleştirmemizi erteliyordu. Dalya’nın büyümesi ve benim ‘sadece anne’ olma kararımla birlikte 2013'de biz daha çok gezmeye başladık. Bu gezmelerin birinde yaptığımız kamp tatilimizi iki bölüm halinde sizinle paylaşmak istiyorum.
Kamp maceramız 2013 Mayıs sonu ara tatili için Dalya’nın okuldan arkadaşının annesi ve aynı zamanda komşumuz olan arkadaştan hep birlikte kamp yapma önerisi gelmesiyle başladı. Gayet iyi anlaştığımız bir aile oldukları için biz de bu öneriyi cazip bulduk. Aslında ben kamp fikrine hiçbir zaman sıcak bakmamışımdır. Yanlış anlaşılmasın, doğayı çiçeği böceği çok severim ama maalesef onlar da beni pek çok sever. Doğayla her fazlaca kaynaştığımda ağzım burnum akar, hapşırmaktan gözümü açamam. Seneler önce alerjiye yönelik aşı tedavisi olduysam da durum hala aynı. Sonra sivrisinek hep beni bulur, örümcekten korkarım ve fareden tiksinirim. Neden kamp hayatına sıcak bakmadığım sanırım anlaşılmıştır

Ancak bu kez kamp fikri çok farklıydı, çünkü bunun adı ‘glamping’di. 'Glamorous camping''in (lüks kamp yapma) kısaltılması olan glamping, klasik kamp yapma anlayışından farklı. Glamping ile her ne kadar yine kırsal alanda kamp yapılıyor olsa da, klasik kampta 'lüks' sayılabilecek özellikler var.  Yerde yatmak yok, uyku tulumuna gerek yok. Yatak, yemek masası, sandalye, kap kacak ve en önemlisi tuvalet ve duş (çiftlik ahalisiyle paylaşılsa da) var. Kısacası evdeki komfor birebir yakalanmasa da, doğa içinde, göreceli olarak, daha temiz ve lüks bir şekilde kamp yapma imkanı yaratıyor ‘glamping’.
Hava nasıl olur, nasıl bir yerdir bu ‘glamping’ alanı, iki gün için çok mu yorucu olur? Öyle mi, böyle mi diye düşündük taşındık ve en sonunda gitmeye karar verdik. Rezervasyonumuzu www.featherdown.co.uk adlı bir siteden yaptık. İngiltere‘nin Dorset bölgesinde Mount Pleasant adlı bir çiftlikte 3 gece konaklamalı kamp kapmaya gidiyorduk. Hazırlıklarımız oldukça detaylandı. Ev hayatına ilişkin pek bir şeye ihtiyacımız yok diye bilgi almamıza rağmen, biz ne olur ne olmaz diye nevresim, havlu, battaniye kat kat kıyafet hazırlığımızı yaptık. Ne de olsa İngiltere’de havaya hiç güven olmazdı. Nitekim hafta başında 7-8 derecelerde ve feci yağışlı olan hava bizi şaşırtmaya devam ederek hafta sonuna doğru düzeldi ve 18-19 dereceyle Dorset’e doğru yola çıktık. Arabalarımız yazlık ve kışlık bir sürü giyecek ve envai çeşit yiyecekle doldu. Herşeye hazırlıklı olmalıydık, ne de olsa nasıl bir yere gidiyor olduğumuzu ve bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Gerçek bir macera başlıyordu.

Kampa Varış

Dorset, Britanya’nın güney batısında ağırlıklı olarak kırsal olan bir bölge. Londra’dan 2.5-3 saatte ulaşılabiliyor ve denize yakın konumu, muhteşem doğası, tarlaları, inekleri, koyunları dolayısıyla süt ve süt ürünleri ile hayli popüler bir bölge.

Mount Pleasant'a ulaştığımızda kamp yerimizin tam da kafamızda tasarladığımız gibi gerçek bir çiftliğin içinde olduğunu gördük.

İlk dikkatimizi çeken bizden başka pek çok çocuklu ailenin de orada olduğuydu. Anlaşılan 6 çadırın altısı da doluydu. Alabildiğine uzayıp giden yeşillik çocuklarda feci bir özgürlük duygusu uyandırdı tabii ki. Çığlık çığlığa etrafa dağıldılar. Gayet güven veren bir ortam olduğu ilk andan anlaşılıyordu. Etrafı çitle çevrili bir toprak parçası üstünde birbirine yakın 6 çadır vardı ve bu alan ahşap geçitle çiftliğe açılıyordu. Bizden bağımsız bir şekilde rahatlıkla koşup oynayabilecekleri bir alan olmasına rağmen çifliğe açılan geçitten dışarı çıkmadıkları sürece çocukların görüş alanımızdan uzaklaşmaları mümkün değildi. Bu da çok rahatlatıcı bir duyguydu.
Çadırımız çok etkileyiciydi. Dışarıdan sıradan büyük bir çadır görünümünde ancak zemini ve kısmi olarak dış cephesi ahşap.
             
















Çadıra girince kendinizi ana yaşam alanında buluyorsunuz. Burası soba, lavabo/evye, yemek masası ve sandalyelerin olduğu geniş bir alan. Biri çift kişilik yatağı olan, diğeri ranzalı iki yatak odası ve eski görünümlü (vintage) ama sifonu gayet iyi çalışan ve kapısı olan bir tuvalet bu alana açılıyor.                                 


                                 
Ana yaşam alanında çocuklara uygun ölçülerde yapılmış kapalı dolap içinde çocuklara uygun bir boyutta çift kişilik bir yatak var. Dolabın 2 kapısı var biri yaşam alanına açılıyor diğeri ise ebeveyn yatak odasına. Kızlar bu dolap yatağa bayıldılar ve orada uyumaya karar verdiler. Kapısındaki kalp şeklinde gözlem amaçlı delik onları sürekli meşgul eden bir eğlence oldu.

Mutfak eşyaları, kap kacak gayet iyi düşünülmüş, kurulama bezi ve el havlusu bile mevcut ve gayet de temiz. Odalardaki raflar eşyaları toparlamak için yeterli. Nevresimler tertemiz ve yatak, yastık, yorgan iyi kalite görünüyor.
Biz çadırdaki ısının nasıl olacağını kestiremediğimiz için gelmeden önce 'premier service' adı altında ekstra bir hizmeti de satın almıştık. Bu kapsamda geldiğimizde yataklarımız yapılmış, sobamız yakılmış ve sıcacık tereyağlı kaşarlı kumpirlerimiz (jacked potato) ve kahvelerimiz hazır bizi bekliyordu. Biz dinlenip ortamı anlamaya çalışırken, çadırlardan çıkan tüm çocuklar büyük meşe ağacının altında kaynaşmışlardı bile.

Bir türlü kararmak bilmeyen Londra yaz akşamları engin yeşillik ve oyunla birleşince çocukları yatırmak zor oldu elbette, ama başardık.  Büyükler için asıl şenlik çocuklar uyuduktan sonra, üstümüze kat kat giyinip dışarı çıkmakla başladı. Gökyüzündeki yıldız bolluğu inanılmazdı. Şehir ışıklarından uzak olunca yıllardır görmediğimiz sayıda yıldızı bir arada görebilmek çok hoştu.







Gün batımı, taptaze çim ve toprak kokusu, yan tarafta koşuşan atların sesleri bize daha ilk geceden "ne iyi yapmışız da gelmişiz" dedirtti.









Ortalık iyice kararınca elektrik olmadan gecenin nasıl da kara olduğunu tekrar keşfettik. Mumları birer birer yaktıkça aydınlanan çadır ortamı, bizi eski zamanlara götürdü. 









Tavandan sarkan mumlu şamdanların aydınlattığı masanın etrafında konuşlanan büyükler ekibi, sürekli odunla beslenen çıtır çıtır sesli sobanın ateşiyle ısınarak, arkadaşın Londra’da pişirip beraberinde getirdiği balkabağı çorbası, şarap ve sohbetle yorgunluğu attı.

Yemek, şarap ve sobanın rehavetine daha fazla dayanamayarak yatmaya karar verdik. İlk gece ısınmak zor oldu. Bütün gece rüzgardan hareket edip duran başucumdaki çadırın dış duvarı benim gibi kamp fikrinden hiç hoşlanmayan birine açık havada uyuyormuş hissini vererek bütün gece beni huzursuz etmeyi başardı. Isınıp da tam uyumayı başardıktan sonra gecenin köründe birden uyandım. Gözlerimi açtığımda, kendimi içinde bulduğum karanlığın tarifi imkansızdı. Hep şehirde yaşayıp hiç kamp tecrübesi olmayan benim gibi biri için zifiri karanlık hayli korkutucuydu. Hemen eşimi uyandırdım ve yaktığı bir adet mumun verdiği loş aydınlıkla, zor olsa da, tekrar uyumayı başardım. O anki hislerimle ertesi gün Londra’ya geri dönmeye karar verdim.


Bir sonraki yazımda kamptaki maceralarımız devam edecek...