7 Ekim 2013 Pazartesi

"Camping" mi, "Glamping"mi? (1)

Yeşili, çayırı, bayırı bol olan bir ülke olduğu için, İngiltere’ye yerleştiğimizden bu yana hep bir kırsal alanda zaman geçirme fikri vardı aklımızda ama kızımızın küçük olması bu planı gerçekleştirmemizi erteliyordu. Dalya’nın büyümesi ve benim ‘sadece anne’ olma kararımla birlikte 2013'de biz daha çok gezmeye başladık. Bu gezmelerin birinde yaptığımız kamp tatilimizi iki bölüm halinde sizinle paylaşmak istiyorum.
Kamp maceramız 2013 Mayıs sonu ara tatili için Dalya’nın okuldan arkadaşının annesi ve aynı zamanda komşumuz olan arkadaştan hep birlikte kamp yapma önerisi gelmesiyle başladı. Gayet iyi anlaştığımız bir aile oldukları için biz de bu öneriyi cazip bulduk. Aslında ben kamp fikrine hiçbir zaman sıcak bakmamışımdır. Yanlış anlaşılmasın, doğayı çiçeği böceği çok severim ama maalesef onlar da beni pek çok sever. Doğayla her fazlaca kaynaştığımda ağzım burnum akar, hapşırmaktan gözümü açamam. Seneler önce alerjiye yönelik aşı tedavisi olduysam da durum hala aynı. Sonra sivrisinek hep beni bulur, örümcekten korkarım ve fareden tiksinirim. Neden kamp hayatına sıcak bakmadığım sanırım anlaşılmıştır

Ancak bu kez kamp fikri çok farklıydı, çünkü bunun adı ‘glamping’di. 'Glamorous camping''in (lüks kamp yapma) kısaltılması olan glamping, klasik kamp yapma anlayışından farklı. Glamping ile her ne kadar yine kırsal alanda kamp yapılıyor olsa da, klasik kampta 'lüks' sayılabilecek özellikler var.  Yerde yatmak yok, uyku tulumuna gerek yok. Yatak, yemek masası, sandalye, kap kacak ve en önemlisi tuvalet ve duş (çiftlik ahalisiyle paylaşılsa da) var. Kısacası evdeki komfor birebir yakalanmasa da, doğa içinde, göreceli olarak, daha temiz ve lüks bir şekilde kamp yapma imkanı yaratıyor ‘glamping’.
Hava nasıl olur, nasıl bir yerdir bu ‘glamping’ alanı, iki gün için çok mu yorucu olur? Öyle mi, böyle mi diye düşündük taşındık ve en sonunda gitmeye karar verdik. Rezervasyonumuzu www.featherdown.co.uk adlı bir siteden yaptık. İngiltere‘nin Dorset bölgesinde Mount Pleasant adlı bir çiftlikte 3 gece konaklamalı kamp kapmaya gidiyorduk. Hazırlıklarımız oldukça detaylandı. Ev hayatına ilişkin pek bir şeye ihtiyacımız yok diye bilgi almamıza rağmen, biz ne olur ne olmaz diye nevresim, havlu, battaniye kat kat kıyafet hazırlığımızı yaptık. Ne de olsa İngiltere’de havaya hiç güven olmazdı. Nitekim hafta başında 7-8 derecelerde ve feci yağışlı olan hava bizi şaşırtmaya devam ederek hafta sonuna doğru düzeldi ve 18-19 dereceyle Dorset’e doğru yola çıktık. Arabalarımız yazlık ve kışlık bir sürü giyecek ve envai çeşit yiyecekle doldu. Herşeye hazırlıklı olmalıydık, ne de olsa nasıl bir yere gidiyor olduğumuzu ve bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Gerçek bir macera başlıyordu.

Kampa Varış

Dorset, Britanya’nın güney batısında ağırlıklı olarak kırsal olan bir bölge. Londra’dan 2.5-3 saatte ulaşılabiliyor ve denize yakın konumu, muhteşem doğası, tarlaları, inekleri, koyunları dolayısıyla süt ve süt ürünleri ile hayli popüler bir bölge.

Mount Pleasant'a ulaştığımızda kamp yerimizin tam da kafamızda tasarladığımız gibi gerçek bir çiftliğin içinde olduğunu gördük.

İlk dikkatimizi çeken bizden başka pek çok çocuklu ailenin de orada olduğuydu. Anlaşılan 6 çadırın altısı da doluydu. Alabildiğine uzayıp giden yeşillik çocuklarda feci bir özgürlük duygusu uyandırdı tabii ki. Çığlık çığlığa etrafa dağıldılar. Gayet güven veren bir ortam olduğu ilk andan anlaşılıyordu. Etrafı çitle çevrili bir toprak parçası üstünde birbirine yakın 6 çadır vardı ve bu alan ahşap geçitle çiftliğe açılıyordu. Bizden bağımsız bir şekilde rahatlıkla koşup oynayabilecekleri bir alan olmasına rağmen çifliğe açılan geçitten dışarı çıkmadıkları sürece çocukların görüş alanımızdan uzaklaşmaları mümkün değildi. Bu da çok rahatlatıcı bir duyguydu.
Çadırımız çok etkileyiciydi. Dışarıdan sıradan büyük bir çadır görünümünde ancak zemini ve kısmi olarak dış cephesi ahşap.
             
















Çadıra girince kendinizi ana yaşam alanında buluyorsunuz. Burası soba, lavabo/evye, yemek masası ve sandalyelerin olduğu geniş bir alan. Biri çift kişilik yatağı olan, diğeri ranzalı iki yatak odası ve eski görünümlü (vintage) ama sifonu gayet iyi çalışan ve kapısı olan bir tuvalet bu alana açılıyor.                                 


                                 
Ana yaşam alanında çocuklara uygun ölçülerde yapılmış kapalı dolap içinde çocuklara uygun bir boyutta çift kişilik bir yatak var. Dolabın 2 kapısı var biri yaşam alanına açılıyor diğeri ise ebeveyn yatak odasına. Kızlar bu dolap yatağa bayıldılar ve orada uyumaya karar verdiler. Kapısındaki kalp şeklinde gözlem amaçlı delik onları sürekli meşgul eden bir eğlence oldu.

Mutfak eşyaları, kap kacak gayet iyi düşünülmüş, kurulama bezi ve el havlusu bile mevcut ve gayet de temiz. Odalardaki raflar eşyaları toparlamak için yeterli. Nevresimler tertemiz ve yatak, yastık, yorgan iyi kalite görünüyor.
Biz çadırdaki ısının nasıl olacağını kestiremediğimiz için gelmeden önce 'premier service' adı altında ekstra bir hizmeti de satın almıştık. Bu kapsamda geldiğimizde yataklarımız yapılmış, sobamız yakılmış ve sıcacık tereyağlı kaşarlı kumpirlerimiz (jacked potato) ve kahvelerimiz hazır bizi bekliyordu. Biz dinlenip ortamı anlamaya çalışırken, çadırlardan çıkan tüm çocuklar büyük meşe ağacının altında kaynaşmışlardı bile.

Bir türlü kararmak bilmeyen Londra yaz akşamları engin yeşillik ve oyunla birleşince çocukları yatırmak zor oldu elbette, ama başardık.  Büyükler için asıl şenlik çocuklar uyuduktan sonra, üstümüze kat kat giyinip dışarı çıkmakla başladı. Gökyüzündeki yıldız bolluğu inanılmazdı. Şehir ışıklarından uzak olunca yıllardır görmediğimiz sayıda yıldızı bir arada görebilmek çok hoştu.







Gün batımı, taptaze çim ve toprak kokusu, yan tarafta koşuşan atların sesleri bize daha ilk geceden "ne iyi yapmışız da gelmişiz" dedirtti.









Ortalık iyice kararınca elektrik olmadan gecenin nasıl da kara olduğunu tekrar keşfettik. Mumları birer birer yaktıkça aydınlanan çadır ortamı, bizi eski zamanlara götürdü. 









Tavandan sarkan mumlu şamdanların aydınlattığı masanın etrafında konuşlanan büyükler ekibi, sürekli odunla beslenen çıtır çıtır sesli sobanın ateşiyle ısınarak, arkadaşın Londra’da pişirip beraberinde getirdiği balkabağı çorbası, şarap ve sohbetle yorgunluğu attı.

Yemek, şarap ve sobanın rehavetine daha fazla dayanamayarak yatmaya karar verdik. İlk gece ısınmak zor oldu. Bütün gece rüzgardan hareket edip duran başucumdaki çadırın dış duvarı benim gibi kamp fikrinden hiç hoşlanmayan birine açık havada uyuyormuş hissini vererek bütün gece beni huzursuz etmeyi başardı. Isınıp da tam uyumayı başardıktan sonra gecenin köründe birden uyandım. Gözlerimi açtığımda, kendimi içinde bulduğum karanlığın tarifi imkansızdı. Hep şehirde yaşayıp hiç kamp tecrübesi olmayan benim gibi biri için zifiri karanlık hayli korkutucuydu. Hemen eşimi uyandırdım ve yaktığı bir adet mumun verdiği loş aydınlıkla, zor olsa da, tekrar uyumayı başardım. O anki hislerimle ertesi gün Londra’ya geri dönmeye karar verdim.


Bir sonraki yazımda kamptaki maceralarımız devam edecek...


4 yorum:

  1. Muhteşem bir tecrübeydi. Tuvalet sırasında diğerlerinin "çiçek toplamaya" gitmesi bile sıkıntı yaratmadı. Bir kez daha gider miyiz? Kesinlikle evet. Bu kez karda???

    YanıtlaSil
  2. Çok özendim. İngiltere'de olmak istedim şimdi. Nalan Kutlu

    YanıtlaSil
  3. Birtanem , kampta sizinleymişiz gibi duyguya kapıldım .çok güzel bir gezi ama bunu böyle anlatmak çok daha güzel .sunuş harika . Devamını. Sabırsızlıkla bekliyorum. Sevgiler.....nezahat

    YanıtlaSil
  4. Yine çok güzel yazmışsın canım devamını sabırsızlıkla bekliyorum

    YanıtlaSil