30 Eylül 2013 Pazartesi

İngiltere'de Bir Tiyatro Seyri: Mr.Bean'den Mr.Quartermaine



Yaklaşık 5.5 yıldır Londra’da yaşıyorum. Londra’nın vazgeçilmez 'West End' müzikallerini daha önce zevkle izledim ama bir tiyatro oyunu izlemeye cesaret edememiştim. “Acaba çok mu İngiliz olur?” diye düşünür, esprileri ve konuları anlayamamaktan endişe duyardım. Bu sene bu  korkumu yendim. Londra‘da bir tiyatro oyunununa bilet aldım. Ama yine de işimi şansa bırakmayarak bir ‘Shakespeare’ oyununa değil,  Mr. Bean karakteri  ile tanınan çok sevdiğim Rowan Atkinson’un başrol oynadığı “Quartermaine’s Terms” adlı bir oyuna.

Simon Gray tarafından yazılan ve 1980’lerde sahne alarak 1982 senesinde Cheltenhem ödülünü kazanan Quartermaine’s Terms bu sene tekrar sahnelere döndü. Oyun Cambridge’de bir Yabancı Diller Okulu’nda öğretmenler odasında geçiyor ve 1960’larda iki yıllık bir süreci kapsayarak, 7 öğretmenin birbirleriye olan ilişkilerini, ama özellikle, St. John Quartermaine (Rowan Atkinson) ve diğerleri arasındaki ilişkiyi anlatıyor.

Oyunun ana konusu yalnızlık ve oyun süresince tüm karakterlerin yalnızlıklarına eşlik ediyoruz. Hull‘dan gelen Derek okulda başta bayağı bir yalnızlık çekiyor; Mark eşi tarafından terk ediliyor; Eddie eşini kaybediyor; Anita‘nin eşi oldukça çapkın;  Henry’nin iyi yürümeyen bir ailesi ve Melanie’nin hor gördüğü ve bakmaya mecbur olduğu bir annesi var. John Quartermaine ise bekar ve okuldaki arkadaşları dışında kimsesi olmayan yalnız biri.
Oyunun oldukça ciddi bir konusu olsa da bazı zamanlar çok komik diyaloglar var. Özellikle saçını havalandırarak bir delikanlı edasıyla koşuşu, cilveli sohbetleri ve anlattığı hikayeler ile ilgiyi sürekli kendi üstünde tutmaya çalışan Henry karakteri çok hoş.
John Quartermaine için ise söylenecek bir şey yok zaten: kendine has duruşu sanki Simon Gray bu rolü Mr. Bean karakteri için yazmış dedirtiyor. Tek farkı oyunda Mr.Bean’in kendini akıllı sanarak içine düşürdüğü komik durumların olmaması. John Quartermaine hassas, ince, duygulu, şefkatli ve oldukça yalnız.

Başta fazla “İngiliz” olur diye izlemekten çekindiğim Londra’daki ilk tiyatro oyunum fazlasıyla “İngiliz”di. Ama korktuğum gibi olmadı çünkü konusu ofiste, okulda, arkadaş ortamında, orada burada, insanın olduğu her yerde karşılaşabileceğimiz sıradan insan diyalogları, kompleksleri ve yalnızlıklarıydı. O sıradan insanlara, saygın Cambridge okul ortamında öğretmenler odasında rastlamak ve aralarındaki diyaloglara şahit olmak çok hoştu. Oyunculuk ise John Quartermaine’in oyun boyunca kullandığı kelime ile anlatırsam  “harikulade”ydi (terrific). 

Not: Bu yazı  30.09.2013'de Alternatif Anne'de yayınlanmıştır.

















26 Eylül 2013 Perşembe

Glutensiz Diyet Sağlıklı Mı?



Önceki yazımda bahsettiğim şekilde, çölyak hastası olduğumu öğrendikten sonra benimsediğim glutensiz diyet beni bu konuda hayli okumaya ve araştırmaya yönlendirdi. Araştırmalarım sırasında herhangi bir sağlık zorunluluğu olmadığı halde dünyada glutensiz diyete yönelen insan sayısının son yıllarda arttığını gördüm. Bunlar arasında Gwyneth Paltrow, Miranda Kerr, Jessica Alba, Rachel Weisz, Victoria Beckham, Billy Bob Thornton,  Lady Gaga ve Bill Clinton gibi pek çoğumuzun bildiği ünlü isimler de var. Bu isimlerin kimisi buğday alerjisi olduğu için kimisi ise sağlıklı beslenme adına bu kararı aldıklarını belirtiyorlar.

Buğday bir çok ülkede geleneksel, ulusal yiyecek. Dünya toplam yiyecek kalorisinin 20%’ni oluşturan buğday beslenmemizde çok önemli bir yer kapsıyor. [1]2009 yılından bu yana glutensiz beslenme konusunu takip eden Amerikalı bir tüketici araştırma şirketi olan NPDnin Ocak 2013’de açıklanan anket sonuçlarına göre Amerika’da yaşayan yetişkinlerin 30%’u ya tamamıyla glutensiz besleniyor ya da gluteni azaltmaya çalışıyor. NPD baş analisti Harry Blazer bir önceki jenerasyonun sağlıklı olmak için nasıl yağ, kolesterol, şeker ve sodyumu azalttıysa şimdiki jenerasyonun da aynı şekilde glutenli diyetten sakındığını ifade ediyor.[2]

Glutensiz diyete yönelme nedenleri olarak kimileri buğdayın kilo aldırdığını, kan şekerini yükselttiğini, bağışıklık sistemi sorunu yarattığını, önemli minerallerin emilimini engellediğini, kimileri de bağırsakları kötüleştirdiğini öne sürüyor. Pek çok uzman bu şikayetlerin çoğunu buğdayın 50 yıl önceki buğdaydan çok farklı olmasına bağlıyor. George Dvorsky‘e göre 1950’lerde bilim adamları daha sert, daha kısa, daha iyi büyüyen buğday elde etmek için melezleştirme çalışması yaptılar. Buğdayın yapısına insan doğasına uygun olmaya bazı bileşimler eklenmesiyle sonuçlanan bu çalışma, Amerikan bitki bilimcisi Norman Borlaug’a Nobel Ödülünü kazandırırken ‘Yeşil Devrim’’in de temellerini oluşturmuş. Kardiyoloji uzmanı Dr.William Davis ise ‘Wheat Belly: Lose the Wheat, Lose the Weight and Find Your Path Back to Health’ adlı kitabında, günümüz melez buğdayının içinde ‘sodium azide’ olarak bilinen bir toksin (araba hava yastıklarında kullanılan bir tür kristal tuz) bulunduğunu ve buğdayın üretim aşamasında radyoaktif (gama) ışınlara maruz kaldığını belirtiyor. Ayrıca, Davis’e göre, günümüz buğdayı ne kendi buğday ailesinde bulunan ne de karıştırılan diğer bitkide yer almayan ve düzgün bir şekilde hazmedilemeyen değişik proteinler içeriyor. [3]

Beslenme uzmanı Cyndi O'Mearaya göre ise gluten hassasiyetinin temel nedeni bugünün toplumunun fazla gluten tüketmesi. Kahvaltı dahil her öğünde glutenli gıda yemeye başlayan günümüz insanları, hazır gıdaların yaygınlaşmasıyla, farkında olmadan, koruyucu, kıvam artırıcı, tatlandırıcı katkı maddesi olarak da kullanılan buğdayı daha fazla tüketmeye başladılar.[4]

Tüm bu görüşler genetik olduğu düşünülen çölyak hastalığı, gluten hassasiyeti ve diğer pek çok mide ve bağırsak rahatsızlığının sorumlusu olarak modern buğdayı gösteriyor.

Günümüz buğdayına böyle bir sorumluluk atfedilse de hayat boyu glutensiz diyet sadece çölyak hastalığı için öneriliyor. Uzmanlar buğday alerjisi veya gluten hassasiyeti durumunda bile sadece bir süre glutensiz diyet yapılmasını yeterli buluyor. Gerekçe ise glutensiz diyetin illa da sağlıklı olmadığı. Glutensiz diyette buğday, çavdar, yulaf gibi gluten içeren lif yönünden zengin gıdalar eksildiğinden, dengeli bir beslenme yapılmadığı takdirde B vitamini, folik asit, A vitamini, magnezyum, kalsiyum ve demir eksikliği oluşabiliyor. Ancak diyetten eksilen gıdaların yeri kara buğday (buckwheat) ve quinoa gibi mineral açısından zengin besinlerle dolduruluyorsa o zaman sağlıklı bir diyetten bahsedebiliriz. 

Her ne kadar günümüz buğdayına mesafeli bakmak gerektiğine inansam da, sağlık sorunu olmadığı durumlarda glutensiz diyete başlama kararından önce mutlaka uzman görüşü alınması gerektiğini düşünüyorum. Ancak şunu belirtmeliyim ki zorunlu olarak glutensiz beslenme, dolaylı bir şekilde, insanın daha sağlıklı beslenmesine neden olabiliyor. İşte benim tecrübelerimden birkaçı:


Glutensiz Diyetin Sağlığıma Dolaylı Katkıları
  • Ev yemeğini her zaman sevdim. Kızım hayatımıza girdikten sonra canın boğazdan geldiğine’ daha da bir inanarak sağlıklı beslenmeye daha çok önem verdim. Ama kendi çölyak tecrübemle ‘canın boğazdan gittiğini’ bizzat yaşayarak ne yememem gerektiğine daha çok dikkat etmeye başladım.
  • Yediğim herşeyin içinde ne olduğunu bilmem gerektiği için her ambalajı dikkatle okumaya başladım. Bu sayede eskiden farkında olmadan yediğim zararlı yiyecekleri artık glutensiz olsa da yemiyorum. 
  • Evden çıkmadan önce gideceğim yere göre kendim için araştırma yapıyorum. Hep bir B planım oluyor. Sözgelimi, kızıma hazırladığım sağlıklı atıştırmalardan kendim için de yapıyorum.
  • Eğer dışarıdayken acıktıysam ve hazırlıksız yakalandıysam, kolay ulaşılabilen pek çok yiyecek glutenli olduğundan, benim için en güvenli besin olan meyva (muz, elma) veya sebzeye (domates, havuç gibi) yöneliyorum ve doğal olarak daha sağlıklı besleniyorum.
  • Mutfağıma daha önce bilmediğim yeni besinler girdi. Bulgur yerine quinoa, kakao yerine keçiboynuzu tozu (glutenli olmasa da besin değeri açısından daha zengin olduğu için) kullanıyorum. Karabuğday, polenta, sorgum gibi yeni besinler öğrendim ve de sevdim.

Sağlıklıyım, Mutluyum...

Çölyak hastası olunmasa bile glutensiz diyeti benimseyen ve sonuçlarından çok memnun olan insanlar var. Ancak bu çok ciddi bir beslenme değişimi, metabolizma için gerekli pek çok besin alınmadığı için yeni diyetle sağlıklı beslenildiğinden emin olunması gerekiyor. O nedenle doktor görüşü olmadan böyle bir değişim doğru değil bence. 

Hayatımızın akışını kimi zaman kontrol edebiliyoruz. Ancak çoğu zaman kontrolümüz dışında gelişmeler oluyor. Bu gelişmeler olumlu da olabiliyor olumsuz da. Ancak başta olumsuz gibi görünenler sonradan çok olumlu sonuçlara da neden olabiliyor. Benim için de başta kaotik olan glutensiz diyet aslında beni ve yakın çevremi sağlıklı beslenme konusunda eğitti. Beslenmeye daha geniş çerçeveden bakmayı öğrenerek, yeni hayatımda sağlığıma ve mutluluğuma tekrar kavuştum.


Sevgiyle ve sağlıkla kalın...



Referanslar









[1]http://www.abc.net.au/health/talkinghealth/factbuster/stories/2013/05/30/3770812.htm#.UcqmY11wa2z
[2]http://www.huffingtonpost.com/2013/03/06/gluten-free-diet_n_2818954.html
[3]http://io9.com/5968164/why-you-should-probably-stop-eating-wheat
[4]http://www.abc.net.au/local/stories/2013/04/01/3727382.htm

23 Eylül 2013 Pazartesi

Yeni Bir Hayat




Her çocuk için yaz tatilleri çok değerlidir. Benim için de öyleydi. Okulu, yazılıları, ödevleri, siyah önlükleri, kara tahtaları, tebeşirleri unutmaya yetecek kadar uzunluktaydı yaz tatillerimiz. Ama yaz tatillerini benim için daha özel kılan hemen hemen her yaz bizden hayli uzakta küçük bir kasabada yaşayan anneannemi ziyarete gitmemizdi. Kışları aylarca karlar altında olan, yazları ise yeşillikler içinde kelebeklerin uçuştuğu, dağ eteğinde masalsı bir kasabada, o dönem bana köşk gibi görünen bir ahşap evde geçerdi yazlarımız. İştahsız bir çocuk olan ben bile, bahçede yapılan gözlemeler, su börekleri ve özellikle bayram için yapılan baklava kokularına dayanamayarak bırakıverirdim kendimi anneannemin muhteşem aşçılık ürünlerine. Kahvaltıda ceviz, bal ve tereyağıyla çok lezzetli olan ‘lokum’ (bazı yörelerde nokul) denilen çörek, tatlılardan un kurabiyesi ve yemeklerden mantı en favorilerimdi. Kış aylarında, her ne kadar, annem anneannemin lezzetini evimizde sürdürmeye çalışsa da yaz tatili tadını yakalamak mümkün olamazdı.

Seneler sonra, tadı damağımızda kalan bir Paris gezisi sonrası, Londra’daki evimize döndüğümüzde yaşadığım bir rahatsızlık sonucunda, bu çok sevdiğim lezzetlerden hayatım boyunca uzak kalmam gerekeceğini söyleseler, o zamanlar, tabii ki inanamazdım. Ancak durum gerçekten böyle oldu.  Göğüs kafesimdeki şiddetli ağrı, nefes alamama, kollarda ve ellerde uyuşma ile kendini gösteren, kan testleri ve endoskopi ile teşhis konulan ve hayatım boyunca benimle olacağı söylenen hastalık daha önce adını bile duymadığım çölyak hastalığıydı. Doktorla konuştukça zor bir dönemin beni beklediğini anladım. Benim için yepyeni bir hayat başlıyordu artık, sevdiğim pek çok lezzetin içinde bulunan glutene veda etme zamanı gelmişti.


Neymiş Bu Çölyak?

Çölyak bir bağışıklık sistemi hastalığı. İnce bağırsağın, gluten adlı proteine karşı ömür boyu süren ve kronikleşen tepkisi. Buğday, arpa, çavdar ve yulafta bulunan gluten, çölyak hastalarında ince bağırsakta tepki oluşturarak besinlerin emilimini sağlayan " villüsleri " tahrip ediyor. Bunun sonucu olarak hiçbir besin kana karışamadığından, büyüme yavaşlıyor ve kişi tüm hastalıklara karşı güçsüzleşiyor.

Çölyak geçici bir hastalık değil, hayat boyunca devam ediyor; ayrica genetik bir hastalık yani ailevi kalıtım söz konusu. Hastalık yaşamının herhangi bölümünde ortaya çıkabiliyor, kimi kişilerde çocukluk, kimilerinde ergenlik, kimilerinde ise orta yaş grubunda.

Şikayetler herkeste farklı olabilse de genellikle karında şişkinlik hissi, halsizlik, ishal, mide bulantısı, kabızlık, baş ağrısı,baş dönmesi, uyuşma, nefes sıkıntısı çekmek ve geğirme isteği olarak kendini gösteriyor. Kimi hastalarda bu sıkıntılar yoğun olarak yaşanıyor, kimisinde hafif, kimisinde ise belki hiç olmuyor. Çölyak hastalığının kesin tanısı ancak deneyimli bir gastroenterolog tarafından yapılan kan tahlilleri ve ince bağırsak biyopsisi ile tanımlanıyor.


Tanı konulduktan sonraki aşamada uyulması gereken tek tedavi yöntemi, glutenden uzak durmak. Tedavi edilmeyen çölyak hastalığı kansızlık, kemik erimesi ve daha ileri durumlarda bağırsak kanserine veya karaciğer rahatsızlıklarına neden olabiliyor. 

Gluten, buğday, arpa, çavdar ve yulafta bulunduğu için çölyak hastalarının bunlardan yapılan ekmek, makarna, pasta, börek, bisküvi ve benzeri çok sayıda gıdayı yememeleri gerekiyor. İşin ilginç yanı ince bağırsakta tahribata yol açarak hastalıklara neden olabilmesi için bir çay kaşığı un, buğday ya da bulgurun sekizde biri yeterli. O nedenle bu konuda yaşam boyunca dikkatli olunması gerekiyor.

Glutensiz Diyet ve Ben

Çölyakla ilgili gerçekleri öğrenmiştim. Öyle görünüyordu ki, çocukluk yazlarımın tüm lezzetleri, Ramazan pidesi, lavaş, erişte, lahmacun, kısır, bulgur pilavı, memleketten uzakta kalınca daha da bir düşkün olduğum Osmanlı tatlıları şekerpare, revani hepsine uzaktan bakmam gerekecekti artık. Gerçekten uzunca bir süre karaları bağladım ne yiyeceğim diye. Diyetisyenle bir iki görüşme ve bolca okuma sayesinde neleri yiyemeyeceğimi öğrendim. Öğrenmesine öğrendim ama uygulamak hiç de kolay değildi tabi. Hala tam düzelmemiş olan nefes durumum, dört aylık hamile gibi şiş karnım ve halsizliğimden kurtulmanın başka yolu yoktu. Diyete başlamam gerekiyordu ve başladım.

İşe her aldığım yiyeceğin ambalajını ve içindekiler listesini ciddi anlamda okuyarak başladım. Sadece bu bile başlıbaşına bir işti. Üye olduğum bir çölyak sitesinden bana gönderilen el kitabını sürekli yanımda taşıyor, bilmediğim bir katkı maddesi gördüğümde kontrol ediyordum. Evde pirinç ve sebze yemeklerine ağırlık verdim. İlk denediğim glutensiz ekmek ve tatlıları beğenmedim, ben de her defasında farklı markalar denedim ve damak tadıma uygun olanı buldum en sonunda. Hatta kendim evde de yapıyorum ara ara.

Çölyakla ilgili asıl zor olan bulaşma yoluyla vücuda giren gluteni engellemek. Kap kacak, tost makinesi, bıçak, doğrama tahtası bunların hepsinin glutensiz olduğuna emin olmak gerekiyor. Bizim evde bolca yemek yapılır ve de gluten içeren yemek de pişer, ben o yüzden kendi doğrama tahtamı ayırdım, ekmek kızartma makinesi ve tost makinesinde kullanmak üzere ekmek dilimi torbası aldım. Bulaşıkların iyi yıkanmış olmasına özen gösteriyorum, glutensiz yiyeceklerimi dolapta ayrı bir rafta tutuyorum ve glutenle temas etmemelerini sağlamaya çalışıyorum. Evdeki düzen çok önemli gerçekten. Başta hiç kolay değil ama oturtunca herşey tıkır tıkır işliyor. Hele bir de kendini tekrar iyi hissetmeye başlayınca bütün bu uğraşlar insana vız geliyor.

Bir diğer zorluk dışarıda yenilen yemekler ve tatiller. Ev yemeğini çok sevip özlesem de dışarıda yemek yemeği çok sever(d)im. Ayrıca benim için tatillerin en keyifli yanı yemek pişirmemek ve değişik tadlar denemek olmuştur hep. Çölyak maalesef benim bu iki zevkimi yok etti. Gerçekten bu hastalık hakkında bilgili personeli ve yemek seçeneği olan yerler çok az bulunduğu için artık bu durum tam bir lüks benim için. Başlarda daha zordu. Diyetin işe yaraması ve kendimi iyi hissedene kadar evde yemeği tercih ettim hep, bu şekilde adaptasyon sürecini geçirdik ama şimdi hangi restoranda neyi yiyebileceğimi biliyorum. Tatillere gelince, genelde tatillerimizi yemek yapabileceğimiz ev ortamı sağlayan alternatiflerle değerlendiriyoruz. Kızımız için de böylesi daha rahat olduğu için şimdilik bir sorun yok, zamanla bu konuda da gelişme kaydedeceğimize inanıyorum.

Karnımın şişliğinin inmesi, nefesimin normale dönmesi ve kendimi yeniden iyi hissetmem 6 ayımı aldı. Bu dönemde zaman zaman daha iyi, zaman zaman da -belki bulaşmadan dolayı- daha kötü olduğum günler oldu ama sonuç olarak glutensiz diyet bende işe yaradı.Şimdi bir yılı aşkın süredir glutensiz besleniyorum. Anneanne lezzetlerine düşkünlüğümden dolayı annem glutensiz undan mantı bile yaptı. Ben henüz o aşamaya gelememiş olsam da kendime pizza da yapıyorum bazen lahmacun da, dün süper bir muffin yaptım çok da lezettli oldu. Kısacası glutensiz hayatıma alıştım ve daha da önemlisi tekrar sağlığıma kavuştum. 

Bir sonraki yazımda “Glutensiz Diyet Sağlıklı mı?” sorusunu tartışıyorum.  

Sevgilerimle...


Referanslar












19 Eylül 2013 Perşembe

Zorunlu Sosyalleşmeden Işıltılı Gözlere



Hayatta hep arkadaşlarımı kendim seçtim ve öylesine, zaman doldursun diye, olmadı hiçbiri. Kimisiyle yıllara dayanan aile ilişkileri, kimisiyle öğrencilik ve iş hayatı, kimisiyle ise ortak ilgi alanı nedeniyle oluştu ilişkimiz. Kimseyle her konuda anlaşmayı aramadım ama bana hep keyif veren ve arkadaşlıklarımı devamlı kılan, paralel düşündüğümüz ortak konularımızın olması ve birbirimizi anlamaya çalışmamızdı. O yüzden, sanırım, tek taraflı değil, gerçekten birbirini besleyen, özleyen arkadaşlıklarım oldu.

Dil, din, ırk aynılığı da aramadım hiç, bilakis farklılık hep daha çekici geldi bana.  Hiç mesafe de bilmedi, görüşemesek de kimileriye, bildik hep bir gönül bağımız olduğunu. Biraraya da gelebildiysek eğer, gözlerimizde hep aynı ışıltıyla birbirimizi dinlerken, kaldığımız yerden devam ettik sohbetimize.

Durum bu olunca Londra’daki yaşantımızın ilk yıllarında arkadaş edinmek için hiç acele etmedim, çünkü bu işin aceleye gelmediğini biliyordum. Dalya’nın hiç bir sosyal yaşama izin vermeyen zor bir bebek olmasının da bu durumda etkisi büyüktü. Sonrasında zaten kendiğilinden yeni arkadaşlar girdi dünyamıza. Ancak Dalya okula başladığından bu yana, zoraki sohbetler, yapmacık gülümsemelerle birlikte bir anda çocuklarımız dışında hiçbir ortak paylaşımımız olmayan insanlar arasına ışınlandım sanki ve onlarla sosyalleşmek durumunda buldum kendimi.

Ofiste çalışıyor olmanın güzel yanı bence bu tür zoraki sosyalleşmelere mecbur olmamak. Dalya ilk okula başladığında ben tam zamanlı çalıştığım için onu sadece bir gün okula bırakıp alabildiğimden bu durum daha az oluyordu. En başta “hiç kimseyi tanımıyorum, çocuğumun okulunda neler oluyor hiçbir fikrim yok” diye üzülürken işten ayrıldıktan sonra kendimi bir anda oyun randevuları, sabah kahveleri, öğleden sonra çaylarında buldum.   

Her zaman çok konuşan ve feci enerjisi olan, kariyer değişikliğine karar verip tekrar öğrenciliğe başlayan 5-10 yaş aralığında 4 çocuğu olan ve incecik olmayı başaran Amerikalı bayan, 50 küsur yaşlarında olup hatırı sayılır bir devlet kurumunda üst düzey ekonomist olarak senelerce az gelişmişlik üzerine çalışmış ama şimdi ilkokul öğretmeni olmaya karar veren ikiz annesi Kanadalı bayan ve 40 yaşında evlenip üst üste üç çocuğu doğuran aynı zamanda yarı-zamanlı çalışmaya çalışan Polonya asıllı İngiliz bayan. Hepsi oldukça ilginç kişiliklerdi ve anlatacak ne de çok hikayeleri vardı. Herşey iyiydi hoştu ama ben yine de kendi bildiğim sularda yüzmek istiyordum. Bu zorunlu sosyalleşmeden dolayı gerçekten görmek istediğim arkadaşlarıma zaman ayıramaz olmuş, evde kızımla sakin bir okul sonrası öğleden sonrası geçiremez hale gelmiştim.

Önceleri bu kültürde büyümediğimden, normal okul ilişkilerinin bu olduğunu düşünerek davetleri reddetmek istemedim. Bunların üzerine bir de kızımın aylar öncesinden gitme sözü verdiği doğum günleri gelince durum dayanılmaz oldu. Ama asıl vurucu nokta, bu şekilde çocuklarını okula bırakıp sabah kahvesi yapan, ardından gününe ikindi çayıyla devam etmeyi bir yaşam tarzına çeviren bir dizi eğitimli, ev hanımı, anne olduğunu farketmemdi. Tek bildiğim hayatıma, bir tür ‘umutsuz ev kadınları’ sendromuyla, onlar gibi devam etmeyeceğimdi.

Çözümü her davete evet dememekte, okul sonrası oyun günlerini azaltmakta ve her doğum gününe değil bazı doğum günlerine gitmekte buldum. Biraz rahatladı ilişkiler, hepimiz bir sakinleştik, konuşulacak konular birikmeye başladı, insanları özlemeye başladım ve bu hoşuma gitti.

Durum böyle olsa da, geçen yıl sonunda, Dalya’nın sınıf annelerinin hep birlikte bir gece dışarı çıkma önerisi geldiğinde tedirgin oldum. Aynı sınıf çocuklarının anneleri olarak bir araya gelen bu geçici topluluk, annelik kimliğinden soyunup birlikte eğlenmek isteyen bir kadın grubu olarak birşeyler içmeye çıkacaktı bu sefer. O gece 'pub’a tereddütle gittiysem de, geri dönüşüm hiç de öyle olmadı. Yanılmıştım. Sohbet sohbeti açtı, kahkaha kahkahayı doğurdu. Günün diğer saatlerinde gördüğüm anneler değildi karşımdaki kadınlar. Daha önce pek çok defa biraraya gelip de hiç konuşmadığımız konular çıktı ortaya. Dünyanın farklı köşelerinde yaşadığımız çocukluk ve gençlik günlerimiz ne kadar çok ortaklığı barındırıyordu. Yaşanılanlar ne kadar da aynıydı. Senelerce kendine yatırım yapmış bir dizi eğitimli modern kadın, annelikle mücadeleli bir sürü andan kaçarak işte o gece yine kendileri olmuşlardı.

Çocukları nedeniyle bir araya gelen o topluluğunun o gece nasıl da değişim geçirerek sanki birbirlerini senelerdir tanıyan, bağımsız, hoş, keyifli kadınlara dönüştüğünü görünce, tekrar kadın olmanın, güçlü olmanın ve sürekli yeniden doğmanın hazzıyla eve döndüm. Çünkü gözlerindeki ışıltıyı kovalayacağım yeni arkadaşlar edinmiştim… 

Sevgilerimle…

16 Eylül 2013 Pazartesi

İngiltere'de Çocuk ve Kariyer Yapmak


İngiltere’ye ilk olarak seneler önce Master yapmak için gelmiştim. O zamanki gözlemlerim ve tecrübelerimle seneler sonra anne olarak geldiğimde edindiklerim çok farklı oldu. 15 aylık kızımla parklarda, oyun gruplarında geçirdiğimiz zamanlarda ilk dikkatimi çeken, İngiliz annelerin birden fazla çocuk doğurduğu ve aralarındaki yaş farkının en fazla 2-3 olduğuydu. O dönemde çocuğumla geçirdiğim uzun saatleri kariyerimde bir kayıp olarak gören ve bir çocukla zor başa çıkabilen ben, gelişmiş bir Avrupa ülkesinde yaşayan eğitimli ve kariyer sahibi  bir annenin kendi tercih ettiği bu yaşamın nasıl olup da bizim ülkemizde çoğu zaman küçümsendiğini ve yer yer geri zihniyet olarak görüldüğünü anlamakta hayli zorlandım. Sonraki yıllarda kızım büyüyüp de okula başladığında, okulda tanıştığım üç çocuklu anneler merakımı daha da artırdı, saygımı da tabi.

İngiltere'de çok çocuklu olmayı cesaretlendiren neler var?
Güvenli işleyen bir sistemin bu duruma katkısı büyük kuşkusuz. 1 yıla varan doğum izinleri, yarı zamanlı, esnek saatli ve evden çalışma olanakları, küçük de olsa aile bütçesine bir katkı sağlayan çocuk başına aylık olarak ödenen devlet yardımı, yuva yardımı gibi çocuk sahip olmayı cesaretlendirici devlet politikaları. Ama bunların hiçbiri çocuk bakımı sorununu ortadan kaldırmaya yetmiyor tabi. Londra’da bizim yaşadığımız bölgede sabah 8 akşam 6 açık olan yuvaların günlük ücreti £65 civarı, haftada 5 gün yuvaya bırakılan çocuğun ayda maliyeti yaklaşık olarak £1300. Bakıcının ise günlük ücreti £80-90. Çocuk sayısı arttıkça bu maliyet ikiye, üçe katlanıyor. Aile büyüklerinin desteğinin çok az olduğu İngiltere’de, çocuk olunca anne babadan biri, neredeyse, bakıcı veya yuva için çalışıyor. Ancak gözlemlere dayanarak görüyoruz ki bu bile eğitimli meslek sahibi İngiliz annelerinin çocuk doğurmasını engelleyemiyor.

İngiltere'de değişen aile düzeni
Ben İngiliz toplumuna ilişkin gözlemler yapıp ön yargılarımı sınayarak şaşırmaya devam ederken, İngiltere’nin saygın haftalık dergisi “The Economist”de 16 Mart 2013’de yayımlanan ülkede değişen aile düzenine ilişkin ilginç bir makaleye denk geldim. Makaleye göre yüzyılın başında hipotez olarak Britanyalı bir kadının yaşamı boyunca sahip olabileceği çocuk sayısı 1.63 iken şimdi bu rakam 1.93. Bu durum kısmen daha fazla çocuk doğuran göçmenlerden kaynaklanıyor gibi görünse de Britanyalı kadınların da daha fazla bebek doğurduğu kesin. Makalede belirtildiği üzere ilginç bir şekilde artan doğurganlık geç yaşlarda doğum ile paralel gidiyor. Araştırmaya göre 1970’lerde ortalama anne ilk çocuğunu 24 yaşında doğururken şimdi 28 yaşında doğuruyor. Southampton Üniversitesi'nde demografi üzerine çalışan, Ann Berrington’ın araştırmasına göre üst düzey yönetici erkeklerle evlenen kadınlar ilk çocuklarını neredeyse 33 yaşından önce doğurmuyorlar. Aynı çalışmada 90’larda üniversiteye giren genç üst-orta sınıf kadınların kariyer lehine çocuk sahibi olmayı erteledikleri, ancak şimdi kaybedilen zamanı kazanmaya çalıştıklarından doğurganlığın artışına katkıları olduğu belirtiliyor. Park, bahçe, oyun parkları ve okullarda karşılaştığım bol çocuklu anne durumunu gayet açıklık getiriyor bu makale.
Türkiye’de bankacılık yaptığım dönemde hedef kitlesi eğitimli çalışan kadınlar olan ve bir dönem çok popüler olan  "çocuk da yaparım kariyer de" sloganı anlaşılan İngiltere’de aynı hedef kitleyi pek etkisi altına almamış.

Kaynak:
Changing Families-The Post Nuclear Age. (2013, March 16).  The Economist


Not: Bu yazı 16.09.2013 tarihinde Alternatif Anne'de yayınlanmıştır.  http://alternatifanne.com/cocuk-da-yaparim-kariyer-de/


12 Eylül 2013 Perşembe

Londra'daki Sabah Rutinimiz



Okul açılalı bir hafta oldu bugün ve bende şimdiden ne tatil kaldı ne de dinlenme! Geçen haftanın güneşli günlerinin kalmaması ve havanın tekrar hem soğuk hem de yağışlı olmasının da bunda katkısı çok kuşkusuz. Haftasonu itibariyle kışlık ev kıyafetlerime bürünmüş olsam da  ben, Murat’ın evde parmak arası terlik ve şortla dolaşma konusundaki inadı bile direnemedi acı gerçeğe. Londra’ya kış geldi... Evet, dün sabah kaloriferleri yaktık ve evet Londra'daki rutinimize döndük.

Bu sabah kafamda dinamit patlamış bir halde uyandım. Dalya “anne” diye seslendiğinde ne gözümü açabiliyordum ne de nereye bastığımı biliyor. Saate baktığımda seri bir şekilde hazırlanmamız gerektiğini anladığımda Dalya için hiç de ilham verici bir görünümde olmadığımı farkettim ve hemen şöyle bir enerjik tavır takındım. Bir anda çocuğunu çok istekli bir şekilde okula götürmek isteyen bir anneye dönüşmüştüm bile. Onu zorla yataktan çıkarmaya çalışmalar, okula gitmek istemediğini söylemesi durumunda önceden düşünülmüş taktik eğlenceler uygulamalar, bir yandan çabuk olmaya çalışırken bir yandan da yaşadığım stresi ona çaktırmama çabaları… Evet işte yine aynı rutin.

Saçını tararken işittiğim bin türlü isyan ama ardından kendisini aynada gördükten sonra yüzündeki beğeni gülüşü. Sonra kapının çalışı ve komşumuzun kızının gelişi. Evet bununla birlikte bütün yaz unutmaya çalıştığım sabah rutinimiz tamamlanmış oldu. Arkadaşının varlığına rağmen kahvaltısını bitirmesini sağlamak, “başka bir şey daha yiyebilir miyim” veya “arabaya bir oyuncak alabilir miyim” sorularına direnip, hala kontrollü ve sevimli olmaya özen göstererek, iki kızı evden çıkarmayı başarıp arabaya oturtmak !!! Evet en zoru bu gerçekten, dışarıdan öyle görünmese de bu çok zor. Sonrasında minicik bir zorluk daha var: tüm yağmurlu günlerde olduğu gibi okulun yakınında arabaya park yeri bulmak. O da halloldu mu zaten gün bitti sayılıyor.

İste böyle bir sabah koşturmasıyla başlıyor çoğu okul günümüz. Onu sevgi dolu öpücükle sınıfın kapısına bıraktıktan sonra ertesi günün sabahına kadar hiç bu şiddette olmuyor stres katsayısı. (Desem de okul sonrası aktivitelerinin stresini başka bir yazıma saklıyorum.)

İngiltere’de okullu düzen ailelere çok yük getiriyor. Bunun en büyük nedeni okulların sabah 09.00’da başlaması ve öğleden sonra 3 veya 3.20‘ de bitmesi. Türkiye’deki okul servisi hizmeti sadece bazı özel okullarda var. Ancak onlar da çocukları evden alıp eve bırakmıyor, önceden anlaşılmış bir noktadan alıp aynı yere geri bırakıyor.  Çalışan ebeveyn için bu durum çok zorlayıcı çünkü çocuğu okula bırakıp işe dönmek en iyi ihtimalle 10.00’u buluyor. Öğleden sonra okul vaktinde alabilmek için ise 2-2.5 gibi işten çıkılması gerekiyor. Bazı okullarda kahvaltı ve okul sonrası aktivitesi var. Bu ebeveynler için güzel bir alternatif olsa da, maalesef bu imkan her okulda yok. O nedenle söz konusu saatleri yakalayabilmek için çalışan ebeveynler ya kendi aralarında sabah/akşam iş bölümüne giderek iş yerleriyle saatleri konuşup ayarlama yapıyorlar, ya arkadaş veya komşularıyla günleri bölüşüyorlar, ya sabah okula bırakıp okul sonrası eve getiren bakıcıyla anlaşıyorlar  ya da çalışmıyorlar.

Ben Londra’daki yaşantımızda, çalıştığım dönemde, kızımı sadece haftada bir gün okula bırakabiliyordum. İki gün kızları Dalya ile aynı sınıfta olan komşu anne, bir gün komşu baba, bir gün Murat ve bir gün de ben... İşin garibi düzen bu olduğu ve hemen hemen her çocuk anne veya babası tarafından okula bırakıldığı için Dalya okuldaki ilk yılında -ki 4.5 yaşındaydı- babası ve benim dışında birisi tarafından okula bırakıldığı her gün sorun çıkarıyordu. Eminim eğer okul servisi uygulaması olsaydı ve tüm çocuklar okul servisini kullanıyor olsalardı böyle bir sorunumuz olmazdı. Okul sonrasında ise Türk bir ablamız vardı. O Dalya’yı alıp eve getiriyor ve ben gelene kadar onunla ilgileniyordu. Dengeyi bu şekilde bulmuştuk.

Öyle ya da böyle 3. okul yılına girdik işte. Bu senenin düzeninde iki kızı iki gün ben götürüyorum, iki gün komşu anne, Cuma günleri ise -hava izin veririrse tabi- şenlikli bir şekilde hep beraber okula yürümeyi planlıyoruz.

Planlar böyle bakalım gerçekler nasıl olacak? Hep birlikte göreceğiz ...

Sevgilerimle…





9 Eylül 2013 Pazartesi

Babil mi, Londra mı?













Tatsız bir geceydi. 2013 senesi kış aylarından bir gece. Son bir kaç gündür ateşli olan kızımızın ateşi gece hayli yükselmiş, biz de onu acile götürmek zorunda kalmıştık. Doktoru görene kadar çocuklar için hazırlanmış özel bekleme odasında bekliyorduk.

Uzayan bekleme süresi etrafımdaki ilginç insan manzaralarına yöneltti beni. Karşımızda oturan 7-8 yaşlarında bir erkek çocuğu annesi ve babasıyla konuşuyordu. Bir yandan huysuzlanan kızımı yatıştırmaya çalışırken bir yandan da onların konuştuğu dile kulak kabarttım. Büyük olasılıkla bir Doğu Avrupa diliydi. Sonradan öğrendim ki çocuk bozuk para yutmuş, göğüs filmi için bekliyorlarmış J. Derken minik kapkara bir oğlan çocuğu girdi odaya, ardından babası. Beraber hızla girip çıktılar odadan. Onların da konuştukları dil dikkatimi çekti. Hangi dil olduğunu kestiremedim ama kulağıma bir Afrika dili gibi geldi. Sonrasında ağlamaktan gözleri şişmiş bir kadın ve İngiliz asıllı olmadığını düşündüğüm bir erkek yüksek ateşli minik bebekleriyle geldiler odaya. Onlar İngilizce konuşuyorlardı. Ardından yüzünde sadece gözlerini görebildiğim, kucağında en fazla üç haftalık bebeğini taşıyan kara çarşaflı esmer bir kadın ve yine esmer bir erkek girdi odaya. Odadaki kimse birbirine benzemiyordu ve herkes kendi arasında diğerlerinin anlamadığı kendi dilini konuşuyordu. Aynı bizim kendi aramızda Türkçe konuştuğumuz gibi. Bir anda tuhaf bir yabancılık duygusu oluştu bende, hemen sonrasında da daha öncesinde farklı durumlarda aynı farkındalığın bana yaşattığı aynı ürpertiyi tekrar hissettim. Kendi kendime "Babil gibi burası" dedim, "kimse birbirinin söylediğini anlamıyor ".



Yaşadığımız yer dünyanın en çok konuşulan dillerinden birinin ülkesi, güneşin batmadığı imparatorluk olarak anılan Birleşik Krallık'ın başkenti Londra. Medeniyeti, insanlarının - zaman zaman- rahatsız edici kibarlığı, hareket eden bulutları, uçsuz bucaksız yeşili ve dur durak bilmeyen yağmuruyla tanınan, İngilizlerin, rengi gri ama ruhu renkli, dingin şehri. Dünyanın dört bir yanından gelmiş kendilerine memleket edinmiş bir sürü kimliği barındıran bu şehrin gayet 'beyaz İngilizlerinin' ağırlıklı yaşadığı bir bölgesinde, o gece hastanede gördüğüm farklı renkler ve diller beni bir kez daha hayretlere düşürdü.

Saygı ve anlayışla bir arada yaşamayı başaran, ayrılıktan değil farklılıktan beslenen zenginleşen tekdüze bir kültürde yaşarken, bu kadar zenginlik ve çeşitliliği barındıran ülkemdeki farklılıkların bir arada yaşama zorluğu o gece bir kez daha dokundu bana. Bir gün aynı tür bir anlayış ve saygıya kendi ülkemizde de ulaşmayı umut ederek ayrıldık hastaneden,  "belki bir gün bizde de olur" diyerek...





5 Eylül 2013 Perşembe

Yine Bir Eylül Günü, Yine Okulun İlk Günü




Deniz, kum, güneş, aile, arkadaşlar ve sohbetle dolu uzun bir tatil sonrası tekrar Londra'ya döndük. Bu sefer gelir gelmez moral bozukluğu yaşamadık, çünkü yağmursuz, sıcacık bir Londra havası karşıladı bizi. Türkiye’deyken anlamak güç ama güneşin insanı ne kadar mutlu ettiğini bilemezsiniz.
İlk gün eve yerleşme ve adaptasyonla geçti. Tatilin enerjisi ve depoladığım güneş ve dost sohbetinin etkisiyle olsa gerek, sadece bir tek gün içinde hem bavulları açıp hem evi biraz yaşanılır hale getirip  hem de Dalya'nın özlediği arkadaşlarıyla oyun randevusu, parkta bisiklet turu ve de ikindi çayı organizasyonunu nasıl yapabildiğimizi ben bile anlamış değilim. Ama oldu işte. Tatil sonrası Londra'ya döndüğümüz için Dalya'nın üzgün olmaması ve buradaki hayatımızı ve arkadaşlarımızı özlemiş olması sanırım bu enerjinin bir diğer motivasyonuydu.

İşte yine bir Eylül ve bugün Dalya‘nın okulunun ilk günü. Uzun bir tatil sonrası tekrar okul koşturmacası başladı bugün. Ebeveyn olmanın en güzel yanlarından biri çocuğun insana tekrar tekrar gençliği getirmesi bence. Yıllar öncesinde bıraktığın heyecanlar, korkular, mutluluklar çocukla tekrar yaşanıyor.
Çocukluğumda Eylül ayında, yaz tatilinin son Pazar günü karnıma bir sancı girerdi. Özellikle o gün ve  sonraki her Pazar günü evde yaşanan telaş, çamaşır makinesi sesi, ütü kokusu ve TRT’deki futbol maçını sunan spikerin sesi sözünü ettiğim sancıyı daha bir perçinlerdi.  Dalya okula başladığından bu yana işte o sancı geri döndü. Allah’dan Dalya’da değil bende!

Güzel geçen ilk günümüzün sonunda uykuyu kaçırır da iyi uyuyamaz diye ona sezdirmemeye çalıştığım malum sancı başladı akşam yine bende. Bendeki şartlanma onda da olmasın diye yatağına yatırıp uyuduğundan emin olduktan sonra, onu derin uykusundan uyandırmamaya çalışarak, evin içinde sessiz bir peri gibi dolaşıp geceden tüm hazırlıkları tamamladım. Böylelikle sabah hemen hazırlanıp rahatça okula yetişecektik. Oysa sabah olduğunda, her zamanki gibi, Dalya yine şaşırttı bizi. Bebekliğinden bu yana az uykulu olan ve hep erken kalkan kızımız erken kalkılması gereken günlerde hep çok uyur. Biz de hep az uykuyla yaşayan kızımıza kıyamaz son ana kadar uyandırmayız. Bu sabah da öyle bir sabahtı. Uyandıktan sonra,  hiç tercih etmediğim şekilde, koştura koştura hazırlanmak zorunda kaldık okula. Dün gece sırf bunlar olmasın diye çorabına kadar hazırladığım düzen daha ilk günden yürümedi işte!  

Olsun...Mutlu olmak için nedenimiz vardı, dışarıda pırıl pırıl güneşli bir gün bizi bekliyordu. Ayrıca nefes nefese yetişsek de, ailece ve arkadaşlarla okula yürüyüşümüz çok keyifliydi. Bir süre sonra yorucu ve sıkıcı bir hale dönüşen sabah koşturmaları yaz tatilinden sonra hiç de kötü başlamamıştı.
Bir de okula gidip de minik minik heyecanlı bakan gözleri görünce sancı yok oldu gitti. Sancılı ya da sancısız, tam ya da eksik yeni bir okul yılı başladı işte. Miniklere zihin açıklığı ve yaratıcılık dolu eğlenceli bir akademik sene, ebeveynlere kolaylıklar diliyorum. Sevgilerimle... 

2 Eylül 2013 Pazartesi

Çalışan Kadının Annelikle İmtihanı





Çocukluğumda en sevdiğim oyun evcilikti. Bir sürü bebeğim vardı, onlarla oynayarak bütün günümü geçirebilirdim. Bu nedenle benim çocukluğumu bilen herkes büyüyünce çok iyi bir anne olacağımı düşünürdü. Okula başlayınca başarının ne kadar önemli olduğunu kavramamla birlikte oyunlar dünyamı tatillerle kısıtlamam gerektiğini anlamam çok zaman almadı. Ben de pek çok hemcinsim gibi bebek oynamaktan uzaklaşıp kitaplara yöneldim. Ders çalışmak, sınavlara girmek ve başarmak hayatımı yönlendiren motivler oldu.

İyi bir üniversite eğitimi almak, yurt dışında yüksek lisans yapmak, iyi gelirli bir iş sahibi olmak, sevdiğim kişiyle evlenmek ve yeterince gezip olgunlaştıktan sonra çocuk sahibi olmak ileriye dönük hayallerimdendi. Hayaller büyük ölçüde gerçekleşti, başarılı olmuştum. Ancak öğrenciliğimi bitirip çalışmaya başlayınca, sadece yıllık izinlerle yetinip 10 dakikalık bir gecikme durumunda bile utana sıkıla neden belirtmek gereken bir ortamda, insan doğasına aykırı ofis saatleri temposuyla çalışan ve yataktan kalkamaz halde hastayken bile işe gitmeme durumunu aklına bile getirmeyen bir bireye dönüştüm. Ama aksini sorgulamıyordum bile. İş hayatı böyleydi, ben de gereğini yapıyordum. Eşim de aynı şekilde çalışıyordu, evi otel gibi kullanıyorduk. Anne olsaydım da durum değişmeyecekti, çocuğumu iyi bir bakıcıya bırakıp tekrar işime dönecektim. Çok anaç olmayan, kendine de zaman ayırmayı ihmal etmeyen, kulaktan dolma değil kitaplara dayanan gerçekçi yöntemlerle çocuk büyütmeyi hedefleyen bir anne fikrine dönüşmüştü bir gün olunacak anne.

Bu düzen böyle devam etti; anne olmak üzere çıkılan hamilelik yolculuğu ve sonrasında anne olana kadar. Hayatıma bebeğimin girmesiyle özenle kurulan tüm dengeler alt üst oldu. Öyle doğur bebeği al kucağına, dön eski hayatına olmadı bende. Bir kere ben değiştim. Kanlı ve canlı, kendi bebeğimi kucağıma alınca, hissettiğim şey sevinçten daha çok tuhaf bir acıydı. O minicik, kıpır kıpır canlıya, kendi bebeğime bakmak, korumak, kollamak benim işim olmuştu ve bu duygu benim canımı acıtıyordu. Ancak 3. ayın sonunda, bebeğim biraz tepki vermeye başlayınca o acının yerini mutluluk ve sevginin aldığını söyleyebilirim.

Sonra evlilikte dengeler değişti; çünkü her ne kadar kadın ve erkeğin eşit olduğuna inanıyor olsam da, bu süreçte gördüm ki bu böyle değil. Şanlıysan eş-baba olayın içinde olur. Ama öyle olsa bile yeni bir bebeğin en büyük sıkıntısını anne yaşıyor. İyi niyetli babalar bu süreci kolaylaştırmak isteseler de, doğanın iş bölümü bu konuda adil değil maalesef. Doğum ve sonrasında canı acıyan anne, anne sütü varsa gece gündüz bebeği emziren anne, sütünü sağan anne, göğsü yara olan anne, enfeksiyon kapan anne, sütü kesilen anne, bebeğin sağlıklı olması için doğru beslenmesi gereken ve kendine dikkat etmesi gereken anne, kilo alan anne ve ters giden bir şey olduğunda hatalı bulunan yine anne. Bir de ideal olanı yapmaya çalışan, hayatı ciddiye alan bir anneysen vay haline !!! Ne zor şeymiş bu annelik?

Evet çok zor ama bir o kadar da güzel. En başta sıkıntılardan pek bir farkına varılmayan duygular bir süre sonra kendini göstermeye başlıyor ve anlıyorsun ki annelik sadece çocuk doğurmaktan ibaret değil, doğurmakla bitmiyor; tam aksine doğurmakla başlıyor bu serüven. Bu süreçte adil iş bölümü yapmayan doğa, duygular ve hormonlar anlamında da adil davranmıyor kadına.Daha önce kıyısından bile geçmediğin duygular selinde boğulmamak için kesinlikle yardıma ihtiyacın oluyor.

Doğum sonrası anne psikolojisi ile ilgili olarak anlatılan ve daha önceleri abartıldığını düşündüğüm pek çok nahoş ruh halini ben tüm duygusallığımla dolu dolu yaşadım. Ve bir baktım ki, her zaman temkinli bir mesafede durmaya çalıştığım örf ve adetler sarmalamış etrafımı. Bir kadın topluluğu içinde buldum kendimi ve kadınların yüzyıllardır konuştuğu ve erkeklerin hiç bilmediği bir dili yeniden keşfettim. Kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim hemcinslerime. Anneler sarmalıyla geçirdiğim o dönemde daha önce anneliğin sadece güzelliklerinden bahseden etrafımdaki her kadın, sır gibi sakladığı tüm annelik sıkıntılarını bir bir paylaştı benimle. Meğer lohusalık ne zormuş, ne çok annenin sütü kesilmiş, ne kadar çok uykusuz bebek varmış, zayıflamak ne de zormuş? Hani o kulaktan dolma ´kocakarı´ metotları var ya benim kenarından bile gecmediğim, işte onlar hiç de boşa değilmiş meğer. Eğitim düzeyi, kültürü, mesleği, dini, dili, ırkı ne olursa olsun hepimizi birleştiren bir şeymiş meğer şu cana can katabilen annelik.

Tamamıyla yabancı olduğum annelik yolculuğunda en başta kararan yolum, iç güdülerim ve başta annem olmak üzere etrafımdaki 'bilge' kadınların liderliğiyle tekrar ışıldadı. Bir uykudan uyanmışlıkla, her ne kadar eski ben olmasam da, hala çalışan bir kadındım. Tekrar iş yaşamına döndüm. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ama aile ve bakıcı desteğiyle yürütmeyi becerdim bir şekilde çalışan anneliği İstanbul´daki yaşantımda.

Ancak yollar çatallanmaya devam ediyordu. Bu sefer de Londra’ya yerleşme fikri çıktı önümüze. Bizde "tamam" dedik. Ama Londra´da tam zamanlı annelikle ben bambaşka birine dönüştüm. Yolum yine karardı. Annelik öncesinde tek işi öğrencilik, çalışmak ve gezmekten ibaret olan 'modern kadın' ben, uyumayan ve yemeyen bir bebekle çok sevdiğim yağmurlu bir ülkede dört duvar içine tıkılıp kalmıştım. Bazı günlerim geç saatte işten eve gelen eşimi görene kadar tek kelime konuşmadan geçiyordu. Ne ödevlere, ne projelere, ne toplantılara, ne yeni ürünlere, ne de sunumlara benziyordu bu bebekle evde olmak işi.Ona sağlıklı yemek yapmak, uyku zamanını geçirmemeye çalışmak, uyanık olduğu zaman onu "kaliteli oyunlarla" oyalamak bütün günümü alıyor, kendime hiç zaman ayıramıyordum. Bu hayat öncekilerden daha zordu.

Sonra kendimi şöyle bir silkeledim. Annelik hayatıma bu kadar hakim olmamalıydı. Ben sadece anne olamazdım, bu kadar eğitim, kendime yaptığım yatırım, çalışma hayatım çocuk bakmak için olamazdı. Ben çalışan bir kadındım. Bu düşüncelerle  tekrar çalışmaya başladım.

Ama artık lambadan cin çıkmıştı bir kere, sorgulamalar bitmiyordu. Kadınlığın doğal süreçlerinden biri olan annelik, neden bu kadar zor gelmişti bana? Biz "eğitimli" anneler ne yapmaya çalışıyorduk? Kadınlık, annelik ve iş hayatı arasında bu kadar kesin bir ayrım olması doğru muydu? Düşündükçe, Londra’da ve Türkiye’deki anneleri değerlendirdikçe, sorunun çok daha derinlerde gizli olduğuna karar verdim.

Benim gibi modern kadın olmak üzere yetiştirilen her kadın bir tür baskı altında büyüyor bence. Bizden önceki çalışan kadın kuşağı çalışma hayatının içinde olsa da  erkeklerle eşit olma kaygısı taşımıyordu. Benim annem bu kuşağa bir örnekti, hem çalışma hayatının hem de ev hayatının zorlukları arasında sıkışıp kalmıştı. Bir öğretmen olarak belki bir bankacı kadar uzun saatler ev dışında çalışmıyordu ama hem evde hem de dışarıda çalışıyor aynı zamanda klasik anlamda 'bir kadından beklenen tüm görevleri' yerine getiriyordu. O nedenle bizim ev ve çocukluğumdaki pek çok eve adeta Doris Day’in filmlerindeki hava hakimdi: düzenli evler, temiz, sağlıklı çocuklar, güler yüzlü bakımlı anneler ve mutlu aileler. Dış görünüş böyleydi evet. Ama bu düzen genelde annelerin çabasıyla oluyordu. Erkeklerin çalışma saatlerinin daha uzun olması, annelerin evde daha çok sorumluluk üstlenmesini haklı kılıyordu kendi gözlerinde. O dönemin çalışan anneleri çoğu zaman anneannelerin desteğiyle çocuklarını büyütüyorlar ama yine de zar zor elde ettikleri ´çalışan kadın´lığı bırakmıyorlardı. Biz kızlarını da ev işlerini öğretmeden, onun yerine kitap okumaya yönelterek yetiştirip tam anlamıyla dışarıdaki erkek egemen iş dünyasına hazırlıyorlardı. Bizler de nasıl mutlu olunacağına değil nasıl başarılı olunacağına bu kadar kafa yorduktan sonra başarılı olduk tabii ki. Ama mutluluk? Ona ulaşmak zaman aldı.

Kafamdaki bu sorgulamalarla Londra'daki tam zamanlı çalışan kadın ve sürekli çocuğuna yetişme çabasında bir annelik deneyimi, benim artık başarı değil mutlu bir hayat istediğimi görmemi sağladı.

Zor olan tüm çocukluk ve gençlik yıllarıma egemen olan başarılı, çalışan bir kadın olmak fikrini aşmaktı. Kolay olmadı ama ben başardım. Mutlu olmak için bir karar aldım ve sadece anne olmayı seçtim. Çünkü bana göre annelik veya ebeveynlik, yırtıcı iş yaşamından ve eş dost sosyalleşmelerinden geri kalan zamanlarda, işten eve gelince ve hafta sonlarında yapılan yarı zamanlı bir iş olmamalı. Annelik veya ebeveynlik, hayatta birinci iş olmalı. Bu düşüncelerle birlikte çocukluğumdan bu yana hissettiğim o baskı zinciri kırıldı ve üstümden büyük bir yük kalktı. 

Söylediklerimle çalışan anneleri, arkadaşlarımı gücendirmek istemem. Hala severek yaptığı bir işi olan ve bunu çocuklarıyla beraber mutlu bir şekilde yürütebilen annelere gıpta ediyorum. Ama bu benim gerçeğim ve ben hayatımda anneliğe öncelik vererek mutluyum. Yeni hayat kararımla, düşüncelerim, yaptıklarım ve söylediklerimi paralel hale getirdim. Aynı  Mahatma Ghandi'nin söylediği gibi "mutluluk düşündüğün, söylediğin ve yaptığının aynı olduğu zamandır" yoksa  başka hayatlara, doğrulara söyleyecek sözüm yok.

Siz annelik yolculuğunuzda neredesiniz? Deneyimlerinizi benimle paylaşmak ister misiniz?