Çocukluğumda en sevdiğim oyun evcilikti. Bir sürü bebeğim vardı, onlarla
oynayarak bütün günümü geçirebilirdim. Bu nedenle benim çocukluğumu bilen
herkes büyüyünce çok iyi bir anne olacağımı düşünürdü. Okula başlayınca
başarının ne kadar önemli olduğunu kavramamla birlikte oyunlar dünyamı
tatillerle kısıtlamam gerektiğini anlamam çok zaman almadı. Ben de pek çok
hemcinsim gibi bebek oynamaktan uzaklaşıp kitaplara yöneldim. Ders çalışmak, sınavlara
girmek ve başarmak hayatımı yönlendiren motivler oldu.
İyi bir üniversite eğitimi almak, yurt dışında yüksek lisans yapmak, iyi
gelirli bir iş sahibi olmak, sevdiğim kişiyle evlenmek ve yeterince gezip
olgunlaştıktan sonra çocuk sahibi olmak ileriye dönük hayallerimdendi. Hayaller
büyük ölçüde gerçekleşti, başarılı olmuştum. Ancak öğrenciliğimi bitirip
çalışmaya başlayınca, sadece yıllık izinlerle yetinip 10 dakikalık bir gecikme
durumunda bile utana sıkıla neden belirtmek gereken bir ortamda, insan doğasına
aykırı ofis saatleri temposuyla çalışan ve yataktan kalkamaz halde hastayken
bile işe gitmeme durumunu aklına bile getirmeyen bir bireye dönüştüm. Ama
aksini sorgulamıyordum bile. İş hayatı böyleydi, ben de gereğini yapıyordum.
Eşim de aynı şekilde çalışıyordu, evi otel gibi kullanıyorduk. Anne olsaydım da
durum değişmeyecekti, çocuğumu iyi bir bakıcıya bırakıp tekrar işime
dönecektim. Çok anaç olmayan, kendine de zaman ayırmayı ihmal etmeyen, kulaktan
dolma değil kitaplara dayanan gerçekçi yöntemlerle
çocuk büyütmeyi hedefleyen bir anne fikrine dönüşmüştü bir gün olunacak anne.
Bu düzen böyle devam etti; anne olmak üzere çıkılan hamilelik yolculuğu ve sonrasında anne olana kadar.
Hayatıma bebeğimin girmesiyle özenle kurulan tüm dengeler alt üst oldu. Öyle
doğur bebeği al kucağına, dön eski hayatına olmadı bende. Bir kere ben
değiştim. Kanlı ve canlı, kendi bebeğimi kucağıma alınca, hissettiğim şey
sevinçten daha çok tuhaf bir acıydı. O minicik, kıpır kıpır canlıya, kendi
bebeğime bakmak, korumak, kollamak benim işim olmuştu ve bu duygu benim canımı
acıtıyordu. Ancak 3. ayın sonunda, bebeğim biraz tepki vermeye başlayınca o
acının yerini mutluluk ve sevginin aldığını söyleyebilirim.
Sonra evlilikte dengeler değişti; çünkü her ne kadar kadın ve erkeğin
eşit olduğuna inanıyor olsam da, bu süreçte gördüm ki bu böyle değil. Şanlıysan
eş-baba olayın içinde olur. Ama öyle olsa bile yeni bir bebeğin en büyük
sıkıntısını anne yaşıyor. İyi niyetli babalar bu süreci kolaylaştırmak
isteseler de, doğanın iş bölümü bu konuda adil değil maalesef. Doğum ve
sonrasında canı acıyan anne, anne sütü varsa gece gündüz bebeği emziren anne,
sütünü sağan anne, göğsü yara olan anne, enfeksiyon kapan anne, sütü kesilen
anne, bebeğin sağlıklı olması için doğru beslenmesi gereken ve kendine dikkat
etmesi gereken anne, kilo alan anne ve ters giden bir şey olduğunda hatalı
bulunan yine anne. Bir de ideal
olanı yapmaya çalışan, hayatı ciddiye alan bir anneysen vay haline !!! Ne zor
şeymiş bu annelik?
Evet çok zor ama bir o kadar da güzel. En başta sıkıntılardan pek bir
farkına varılmayan duygular bir süre sonra kendini göstermeye başlıyor ve
anlıyorsun ki annelik sadece çocuk doğurmaktan ibaret değil, doğurmakla
bitmiyor; tam aksine doğurmakla başlıyor bu serüven. Bu süreçte adil iş
bölümü yapmayan doğa, duygular ve hormonlar anlamında da adil davranmıyor kadına.Daha önce kıyısından bile geçmediğin duygular selinde boğulmamak için
kesinlikle yardıma ihtiyacın oluyor.
Doğum sonrası anne psikolojisi ile ilgili olarak anlatılan ve daha
önceleri abartıldığını düşündüğüm pek çok nahoş ruh halini ben tüm
duygusallığımla dolu dolu yaşadım. Ve bir baktım ki, her zaman temkinli bir
mesafede durmaya çalıştığım örf ve adetler sarmalamış etrafımı. Bir kadın
topluluğu içinde buldum kendimi ve kadınların yüzyıllardır konuştuğu ve
erkeklerin hiç bilmediği bir dili yeniden keşfettim. Kendimi hiç bu kadar yakın
hissetmemiştim hemcinslerime. Anneler sarmalıyla geçirdiğim o dönemde daha önce
anneliğin sadece güzelliklerinden bahseden etrafımdaki her kadın, sır gibi
sakladığı tüm annelik sıkıntılarını bir bir paylaştı benimle. Meğer lohusalık
ne zormuş, ne çok annenin sütü kesilmiş, ne kadar çok uykusuz bebek varmış,
zayıflamak ne de zormuş? Hani o kulaktan dolma ´kocakarı´ metotları var ya
benim kenarından bile gecmediğim, işte onlar hiç de boşa değilmiş meğer.
Eğitim düzeyi, kültürü, mesleği, dini, dili, ırkı ne olursa olsun hepimizi
birleştiren bir şeymiş meğer şu cana can katabilen annelik.
Tamamıyla yabancı olduğum annelik yolculuğunda en başta kararan yolum, iç
güdülerim ve başta annem olmak üzere etrafımdaki 'bilge' kadınların
liderliğiyle tekrar ışıldadı. Bir uykudan uyanmışlıkla, her ne kadar eski
ben olmasam da, hala çalışan bir kadındım. Tekrar iş yaşamına döndüm. Hiçbir
şey eskisi gibi değildi. Ama aile ve bakıcı desteğiyle yürütmeyi becerdim bir
şekilde çalışan anneliği İstanbul´daki yaşantımda.
Ancak yollar çatallanmaya devam ediyordu. Bu sefer de Londra’ya yerleşme
fikri çıktı önümüze. Bizde "tamam" dedik. Ama Londra´da tam zamanlı annelikle
ben bambaşka birine dönüştüm. Yolum yine karardı. Annelik öncesinde tek işi
öğrencilik, çalışmak ve gezmekten ibaret olan 'modern kadın' ben, uyumayan ve
yemeyen bir bebekle çok sevdiğim yağmurlu bir ülkede dört duvar içine tıkılıp
kalmıştım. Bazı günlerim geç saatte işten eve gelen eşimi görene kadar tek
kelime konuşmadan geçiyordu. Ne ödevlere, ne projelere, ne toplantılara, ne
yeni ürünlere, ne de sunumlara benziyordu bu bebekle evde olmak işi.Ona
sağlıklı yemek yapmak, uyku zamanını geçirmemeye çalışmak, uyanık olduğu zaman
onu "kaliteli oyunlarla" oyalamak bütün günümü alıyor, kendime hiç zaman
ayıramıyordum. Bu hayat öncekilerden daha zordu.
Sonra kendimi şöyle bir silkeledim. Annelik hayatıma bu kadar hakim
olmamalıydı. Ben sadece anne olamazdım, bu kadar eğitim, kendime yaptığım
yatırım, çalışma hayatım çocuk bakmak için olamazdı. Ben çalışan bir kadındım.
Bu düşüncelerle tekrar çalışmaya başladım.
Ama artık lambadan cin çıkmıştı bir kere, sorgulamalar bitmiyordu.
Kadınlığın doğal süreçlerinden biri olan annelik, neden bu kadar zor gelmişti bana?
Biz "eğitimli" anneler ne yapmaya çalışıyorduk? Kadınlık, annelik ve iş hayatı
arasında bu kadar kesin bir ayrım olması doğru muydu? Düşündükçe, Londra’da ve
Türkiye’deki anneleri değerlendirdikçe, sorunun çok daha derinlerde gizli
olduğuna karar verdim.
Benim gibi modern kadın olmak üzere yetiştirilen her kadın bir tür baskı
altında büyüyor bence. Bizden önceki çalışan kadın kuşağı çalışma hayatının
içinde olsa da erkeklerle eşit olma kaygısı taşımıyordu. Benim annem bu
kuşağa bir örnekti, hem çalışma hayatının hem de ev hayatının zorlukları
arasında sıkışıp kalmıştı. Bir öğretmen olarak belki bir bankacı kadar uzun
saatler ev dışında çalışmıyordu ama hem evde hem de dışarıda çalışıyor aynı
zamanda klasik anlamda 'bir kadından beklenen tüm görevleri' yerine getiriyordu. O nedenle bizim ev ve çocukluğumdaki pek çok eve adeta Doris Day’in
filmlerindeki hava hakimdi: düzenli evler, temiz, sağlıklı çocuklar, güler
yüzlü bakımlı anneler ve mutlu aileler.
Dış görünüş böyleydi evet. Ama bu düzen genelde annelerin çabasıyla oluyordu.
Erkeklerin çalışma saatlerinin daha uzun olması, annelerin evde daha çok
sorumluluk üstlenmesini haklı kılıyordu kendi gözlerinde. O dönemin çalışan
anneleri çoğu zaman anneannelerin desteğiyle çocuklarını büyütüyorlar ama yine
de zar zor elde ettikleri ´çalışan kadın´lığı bırakmıyorlardı. Biz kızlarını da
ev işlerini öğretmeden, onun yerine kitap okumaya yönelterek yetiştirip tam
anlamıyla dışarıdaki erkek egemen iş dünyasına hazırlıyorlardı. Bizler de nasıl
mutlu olunacağına değil nasıl başarılı olunacağına bu kadar kafa yorduktan
sonra başarılı olduk tabii ki. Ama mutluluk? Ona ulaşmak zaman aldı.
Kafamdaki bu sorgulamalarla Londra'daki tam zamanlı çalışan kadın ve
sürekli çocuğuna yetişme çabasında bir annelik deneyimi, benim artık başarı
değil mutlu bir hayat istediğimi görmemi sağladı.
Zor olan tüm çocukluk ve gençlik yıllarıma egemen olan başarılı, çalışan
bir kadın olmak fikrini aşmaktı. Kolay olmadı ama ben başardım. Mutlu olmak
için bir karar aldım ve sadece anne olmayı seçtim. Çünkü bana göre annelik veya
ebeveynlik, yırtıcı iş yaşamından ve eş dost sosyalleşmelerinden geri kalan
zamanlarda, işten eve gelince ve hafta sonlarında yapılan yarı zamanlı bir iş
olmamalı. Annelik veya ebeveynlik, hayatta birinci iş olmalı. Bu düşüncelerle
birlikte çocukluğumdan bu yana hissettiğim o baskı zinciri kırıldı ve üstümden
büyük bir yük kalktı.
Söylediklerimle çalışan
anneleri, arkadaşlarımı gücendirmek istemem. Hala severek yaptığı bir işi olan ve bunu
çocuklarıyla beraber mutlu bir şekilde yürütebilen annelere gıpta ediyorum. Ama
bu benim gerçeğim ve ben hayatımda anneliğe öncelik vererek mutluyum. Yeni
hayat kararımla, düşüncelerim, yaptıklarım ve söylediklerimi paralel hale
getirdim. Aynı Mahatma Ghandi'nin söylediği gibi "mutluluk
düşündüğün, söylediğin ve yaptığının aynı olduğu zamandır" yoksa
başka hayatlara, doğrulara söyleyecek sözüm yok.
Siz annelik yolculuğunuzda neredesiniz? Deneyimlerinizi benimle paylaşmak ister misiniz?